Aleniyet Pornografisi ve Gün Tabağındaki Kısırın Tuhaf Rüyası

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.

Adımı kamuya açık bir alanda ilk kez gördüğümde yaşım 18 olmamıştı. Bizim zamanımızda dershaneler üniversiteyi kazanan öğrencilerin isimlerini afiş yaparak binaya asardı. Tokat’ın mecburiyet caddesi üzerinde kendi ismimin ve kazandığım üniversitenin yazılı olduğu afişi gördüğümde bir miktar tuhaf hissettiğimi hatırlıyorum. Neticesinde bir reklam kampanyasının parçası olsa da kendi adımın varlığı bana özel hissetme fırsatı vermişti. Tabi benimle beraber yazılı olan onlarca isim olması o an için umurumda değildi. Algıda seçicilik gereği sadece kendi adımı okuyarak övünç duymak hoşuma gitmişti.

Bu olay olalı 15 yıldan fazla süre geçti. Günümüzde ise adınızın bir yerlerde olması ve kendinizi özel hissetmenizi sağlayan bir dizi mecra oluştu. Sosyal medya olarak adlandırdığımız bu alan kitleler içerisinde özel hissetme duygusunu en fazla pompalayan araç konumuna geldi. Bu mecralarda yer almak, ev hanımlarının “gün”lerde hazırladığı tabaklarla benzerlik gösteriyor. Kısır taneleri üzerine sığınmış poğaça, alta kalmış dolmanın yanında sırıtan muzip bir tatlı. Birbiriyle farklı olan ama aynı tabakta yer almış alakasız tatlar. İşte sosyal medyanın genel durumu bana bu coşkulu kalori bombasını hatırlatıyor. Ben de kısır tanelerinden biri olarak bu tabakta yerimi aldım sanırım. Ancak insanların öne çıkma arzusu, kendini değerli hissetme isteği asla tatmin olamıyor. Bu duygusal tatminsizliğin temellerini anlamak için metropollerdeki keşmekeş hayat tarzını çözümleme isteğindeki eski bir yazıya göz atmakta fayda var. Aradaki benzerlikler hem şaşırtıcı hem de kaygı verici.

George Simmel, 1903 yılında kaleme aldığı “Metropol ve Tinsel Hayat” isimli çalışmasında, bedensel yakınlığa tezat oluşturan bir zihinsel uzaklığın yuvası konumundaki metropollerde yaşayan insanlara dair bazı tespitlerde bulunmuştur. Çalışmasının en can alıcı bölümü, insanların sinirleri üzerinde yoğunlaşan uyarıcıların yoğunluğu hakkındadır. Simmel, kişiliği zihin ve ruh temelinde iki farklı yönüyle ele almış ve metropol tipi kişiliğin zihni açık ama ruhu kapalı şeklinde tasvir etmiştir. Aslına bakılırsa kentsel alanlarda psikolojiyi sağlam şekilde tutabilmenin ilk şartı da uyarıcılara karşı hissizleşebilmekten geçmektedir. Ancak bu sürecin yarattığı duygu eksikliğinin nasıl sonuçlar oluşturacağı tartışmalıdır. Simmel, birbiriyle zıt ve hızla değişen yoğun uyarıcıların insanlarda “bıkkınlık” şeklinde tezahür ettiği inancındadır. Elbette bir kesimi dışarıda bırakmak kaydıyla: Aptal insanlar! Simmel’e göre aptal insanlar -zihinsel gelişim kaydedememiş olanlar- diğerlerine göre daha az bıkkındır. Şüphesiz ki 100 yıldan daha uzun süre önce yazılmış olan bu çalışmadaki tespitler sosyal medyanın zihinlerimiz üzerinde yaptığı tahribat için önemli bir analojik imkân sunuyor.

Sosyal medyanın en can alıcı özelliği herkesin kendi ismine münhasır paylaşım alanının olmasıdır. Ancak eşyanın tabiatı gereği, uzun vadede, herkesin elinde olan şeyler kıymetini kaybetmeye başlar. Bu ise profilimizin (bir anlamda kendi isimlerimizin) değerini kaybetmesi anlamına da gelmektedir. Çare ise öne çıkmak için farklı olmaktan geçiyor. Kısır tanelerinden biri olmak kimseyi kesmez. Artık yaprak sarmasının içindeki gizemi dışarı vurmak, en gösterişli tatlının şırası olduğunu herkese beyan etmek gerekmektedir. Elbette bu kadar öne çıkabilmenin en kestirme yolu mahremiyetin gönüllü ifşası ya da her türlü bayağı işin velvele ile sunulması yoluyla mümkün olmakta. Peki, bu kadar birbirine benzemeyen uyarıcılarla dolan zihinlerimiz ne durumda?

Aslına bakılırsa burada yine Simmel’e başvuracağım. Simmel’e göre kişiler metropol hayatında öne çıkmak için kişiliklerindeki nicel artışın sınırına dayandığını fark eder etmez nitel farklılaşma çabasına başvururlar. Toplumun ilgisini çekmenin yolu farklılıklara olan ilgiyi sömürmekten geçer. Farklı olma ve ilgi çekme çabası kişileri kasıtlı şekilde tuhaf davranmaya, yapmacık tavırlara ve ilgili mecradaki aşırılıklara yöneltir. Orta sınıfın “moda” konusundaki ilgisi de kısa süreli ilişkilerde yaratılmaya çalışılan farklılık ve bundan beslenen akılda kalıcılığın büyüsünden kaynaklanmaktadır.

Görüldüğü üzere 100 yılı aşkın sürede mecralar değişmekle birlikte insanın kendisini ortaya koyma konusundaki tavırları o kadar çok değişmemiş. Metropole özgü tespitler sosyal medya açısından da söylenebilmekte. Ancak burada ahkâm kesen ben, bu yazının sahibi ben, sosyal medya uygulamalarında yerini almış ben ne durumdayım? Fark edilme arzumu tatmin etmeye çalışırken, kendimce, saygın olduğunu düşündüğüm işlere yoğunlaşarak kendimi ve siz okuyucuları kandırmış olmuyor muyum? Sorunun cevabını vermeye korkuyorum. Kendimle yüzleşmek konusunda şu an için yeterince cesur değilim ama konumuz sosyal medya mensubu olmak ise işte orada açık davranacağım. Gece uyumaya çalışırken kaygılarımı bastırmak için sosyal medyanın uyarıcılarına kendimi bırakıyorum.

Uyku öncesi maruz kaldığım içerikler aşağı yukarı şöyle sıralanıyor: Siyasi gönderme içeren kurgu videolar, evrim ağacındaki seyrek saçlı arkadaşın bilgilendirmesi, hayatımda hiçbir zaman tanışmadığım karı kocanın çektiği üçüncü sınıf komedi videoları, Mehdi’nin ne zaman yeryüzünde olacağını söyleyen Adnan Oktar müritleri. Kaygılarımı bastırıp uyuyabilmek için kendimi maruz bıraktığım benzersiz yüklemelerin duygularıma yaptığı en basit tahribatın onları yok etmek olacağı aşikâr. Şahsen artık basit bir cinayet haberine karşı duygusuzlaşırken birbirleriyle oynayan sevimli kedilere karşı öfke duyabiliyorum. Gözyaşı, kahkaha, depresyon, tebessüm ve en sonunda derin bir sessizlik.

Bu kadar sosyal medya kullanımı sonrasında gördüğüm rüyaların kurgusunda dahi ciddi değişimler yaşamaya başladım. Örneğin geçen haftalarda beynimi Instagram videolarına esir ederek uyumuştum ki bir anda kendimi transfer yapılmadığı için sinirlenen Beşiktaş taraftarlarının Celal Şengör’e doğru bağırarak

Barbie değil Oppenheimer, Orta saha lazım hem de pır pır!

diyerek tezahürat yaptığı rüyanın içinde buldum. Tam o anda nereden geldiklerini anlamadığım vegan aktivistler, bir alakası olmamasına rağmen, bu durumun oldukça eril bir yaklaşım olduğunu anlatmaya başladılar. Daha bu saçmalığı sindirememiştim ki bir tır dolusu Suriyeli taşıyan Erkin Koray maskeli Ümit Özdağ üzerimize doğru hızla gelmeye başladı. Araya giren Seda Sayan sayesinde olaylar tatlıya bağlandı derken saçmalıklar sonlanmadı ve hepimiz Nusret’e gidip et tokatlayarak avazımız çıktığı kadar üç kere bağırdık PIERRE BOURDİEU, PIERRE BOURDİEU, PIERRE BOURDİEU! (Sanırım son sekans benim doktora tezi çalışmalarım sebebiyle oldu) Sabah uyandığımda bunları unutmak için yüzümü bile yıkamadan bir tabak kısır yedim ve kendi kendime dedim ki “Dişlerimi fırçaladıktan sonra sigara içmekten keyif alıyor olmam o kadar da kötü bir şey değil”

Tavsiye: Simmel G. (2013). Modern Kültürde Çatışma,İletişim Yayınları, İstanbul.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir