Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.
“Hiç kimse değişime karşı değildir, yeter ki ucu kendine dokunmasın.” demişti Ahmet Hamdi. Değişimin ne kadar zaruri olduğunu anlatan sözlerin yanında onun zorlu olduğunu da işaret eden güzel bir özdeyiş bu. Evet, değişim iyidir, usulünce değişmeyi bilmek önemlidir, hatta değişmemeyi maharet saymak kişi için fikrî intihar niteliği taşımaktadır. Ancak değişimin de izafî olduğunu hatırlatmak gerekmektedir. Akrep Takımyıldızı’na bakıp da Antares’in yerinde durduğunu düşünmek ne kadar abesse dünyanın döndüğü gerçeğine karşı çıkmak da aynı derecede abestir. Bize her ne kadar sabit gibi görünse de yıldızlar da dönmektedir ve biz her ne kadar hissetmesek de dünya baş döndürücü bir hızla devinimine devam etmektedir. Hâl böyleyken ana akım milliyetçiliğin ve onun mimarı Cumhur İttifakı’nın da değiştiğini kabul ediyorum ve ben de kendime bu gerçeğin ışığında bir konum belirleme görevi biçiyorum.
İçinde bulunmayı zul saydığım sınırların müsaade ettiği ölçüde milliyetçilik iddiasında bulunmak Antares’e bakıp bakıp dünyanın yerinde durduğunu düşünmeye benziyor. Konforlu koltuklarda oturup sorumluluk almadan siyaset üretme(me)ye çalışanların ve mutlak otoritenin yanında bulunarak kendisine meşruiyet sağlayan aktörlerin kendi elitleriyle halkın çıkarları ters düştüğü an bu gerçeği reddedeceğini ve devletlülerinin yanında saf tutacağını biliyorum.
Ben değişiyorum, Cumhur İttifakı değişiyor, milletimin ihtiyaçları ve talepleri de değişiyor. Ana akım milliyetçiliğin bu beklentilere karşılık vermekten aciz olduğunu, böyle bir tasalarının dahi bulunmadığını görüyor ve bunun sorumluluğunu alıyorum. Hiçbir karar mekanizmasında yer almış olmasam da Türk milliyetçilerinin AKP iktidarı için stepne lastik konumuna gelmiş olmasından ve milliyetçilerin ancak aklanması gereken AKP’liler için yanlarında taşınılan bir el sabunu durumuna gelmiş olmasından ben hicap duyuyorum. Muhalefet iddiasında bulunup Türk milliyetçiliği saikiyle davrandığını söyleyenleri desteklememiş olsam da (son kertede desteklemiştim, günah çıkartalım) Türk milliyetçilerinin henüz kazanılmamış seçimin koltuk dağıtımında sığ bir güvenlik bürokrasisine hapsedilmesinden ve memleket hakkındaki endişelerimizin kof bir göçmen karşıtlığına indirgenmesinden ben utanıyorum.
Muhalefetteki ve iktidar cephesindeki Türk milliyetçilerinin değişimlerini müspet bulmadığımı ve bu sebeple kendimize görev biçmemiz gerektiğini konuşuyoruz. Bu noktada bizi bir tespit bekliyor. Burada yapmaya çalıştığımız şey de zaten beklentilerimizi, problemlerimizi, çözüm önerilerimizi ortaya koyup bunların doğruluğunu tartışmaya açmak oluyor. Ben de şahsım adına değişimimi tam da burada gerçekleştiriyorum. “Exit, voice and loyalty” olarak özetlenen bizim de içinde bulunduğumuz bu ruhani durumdan artık exit’i değil voice’i seçtiğimi buradan bildiriyorum. Bu tantanalı milliyetçilik sohbetlerine en azından yeni bir soluk getirmeyi, daha akılcı ve şefkatli bir yaklaşımı oluşturmamız gerektiğine inanıyorum.
Milliyetçiliği üç dört partinin aldığı oy oranıyla özdeşleştirmek, memleketin önemli meselelerinden biri olan sığınmacı mevzusunu tek bir partiye ve onun seçmenlerine hapsetmek gibi yanlışların yapıldığı yerde ses çıkararak “Hayır kardeşim, o iş böyle olmuyor.” diyorsak doğrusunun ne olduğunu söylemeye de talibiz demektir. Bizim doğru yolda olduğumuz, kazandığımız gibi tespitlerin yapıldığı yerde de “Hayır kardeşim, bu kafayla gidersen milliyetçiler memleket yönetimini asla eline alamayacaktır.” demek borcu bizim payımıza düşmektedir. Sitenin ilk yazılarında da bunların dendiğini, popülist kaygılardan azade bir milliyetçiliğin savunulmasını kendimize ödev bellediğimizi hatırlatalım.
Neredeyse 50’ye 50 şeklinde ayrılmış olan toplumumuzu birleştirmek de, en azından bir kaynaşma olmasa dahi bu iki yığının birbirini kendine düşman görmemesinin yollarını aramak da bizim mesuliyetimiz alanına girmektedir. Kireçlenmiş halk yığınlarını hiçbir suyun açamadığını bu seçimlerde görmüş olduğumuz için artık metot değişikliğine gitmemiz gerektiğini anlamışızdır diye düşünüyorum. Sevgi dili nefret diline yenildi gibi analizlerin yapıldığı bu durumda vaziyetin aslında böyle olmadığını, ortada pek de bir sevgi dilinin vuku bulmadığını söylememiz gerekmektedir. Hiçbir formül, hiçbir usul halkımızın yaşadığı güncel problemlere çare olamadıysa; hiçbir siyasetçi birbirini düşman gören seçmenlerin arasını bulmayı kendine dert edinmediyse bundan duyacağımız sorumluluğun imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle yaratımında önayak olacağına inanıyorum.
Bu noktada milliyetçiler beğenmediğinin suratına yumruk atıp küfür eden insanlar olarak algılanmasın diye şahsi bir mücadele içine girmenin önemli olduğunu iddia ediyorum. Her zaman hassasiyetle belirttiğimiz gibi makul ve rasyonel bir zeminde tartışmanın gerekliliğini savunuyorum. Memlekette vatandaş nelerden rahatsız oluyorsa bunların rahatlıkla konuşulduğu bir ortamın tesisini sağlamak görevinin milliyetçilere düştüğünü görüyorum, çünkü milliyetçilerin belli başlı konularda yalnızca hava kaçışını önleyen sibop kapağı konumunda olduğunu ve bunun da yeterli bulunduğunu hissediyorum. Hâlbuki biz beğenmediğimiz sistemde bir el freni olma görevini kabul etmediğimiz için milliyetçilerin içinde bulunduğu durumu reddediyor, daha iyisini arzuluyor ve rahatımızı bozuyoruz.
Kağan Özkan yazısında sormuştu: Neyi muhafaza edeceğiz? Benliğimiz dışında hiçbir şeyi muhafaza etmeyeceğim. Milliyetçiler arasından milliyetçilik seçmeyelim, bozuk çarktan bir dişli beğenmeyelim; daha iyisini ortaya koyacak bir yapının inşasına başlayalım, kâfi. Keyfimizi kaçıralım, ses çıkaralım, ne düzene ayak uyduralım ne de düzenden terk-i diyar eyleyelim. Biz bağırdıkça sesimizin güçleneceği inancıyla hareket edelim. Her şeyden önce hareket edelim, zira durmayalım, düşeriz.