Cumhuriyet Benim

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 9 dakikadır.

Cumhuriyetimizin 100 yaşına girmesinin üzerinden birkaç gün geçmeden 29 Ekim günü yapılan kutlamaların bana hissettirdiği şeyleri kaleme almak, bir yazıya dökmek istedim. Bu yazı Cumhuriyet Bayramı’nda kendimce yaptığım birkaç tespitin terkibini içerecek. Dolayısıyla konular arasında kopukluk hissedilirse veya zihni bir sürecin henüz olgunlaşmamış bir semeresi olduğu düşüncesi okuyucularda ortaya çıkarsa, şimdiden affola.

Öncelikle sahip olduğum şu inancın, tek bir cümleyle ifade edilmesi bu yazıda ortaya çıkacağı iddia edilecek olan rekabetin taraflarını netleştirmek açısından belirleyici olacaktır; Türkiye’de birbirinden neredeyse tamamen kopuk, hisleri, inançları ve hassasiyetleri çoğunlukla ayrışmış bulunan iki ayrı toplum bulunuyor. Bu iki toplumun, bir milleti millet yaptığına inanılan her hususa dair inançlarının mümkün olduğu kadar ayrıştığı düşüncesindeyim. Örneğin bir tarih birliği mi arıyorsunuz, bu iki kesimin tarihleri, bildiğimiz kadarıyla aynı. Ancak tarihi yorumlama biçimleri ve tarihi kişilikler, devletler ve olaylar hakkındaki değerlendirmeleri o denli farklı ki, bu iki grubun 1000 yıldır aynı devletlerin çatısı altında yaşadığına inanmak neredeyse namümkün. Ortak gelecek tasavvuru veya ülkü birliği mi diyorsunuz, bu grupların ideal bir Türkiye tanımlarının birbirinden farklılığı o denli kesici ki, her ikisinin tasavvurunda da diğerine yer olmadığı izlenimine kapılabilirsiniz. Gelenek ve görenek birliği, duygu birliği veya bazı anlayışların millet olma özellikleri arasında saydığı din birliği gibi hususlarda bu iki grubun ne denli farklılaştığını söylemeye sanıyorum gerek yok. Belki muhtelif sebeplerle dillerinin neredeyse aynı olduğunu, ortada bir dil birliği olduğunu ileri sürebiliriz. Ben burada da biraz karamsarım, zira bu iki kitleye hitap eden entelektüel/münevverlerin kullandığı kavramların ve edebi kalıplarının da ayrıştığını, bu kitlelerin de uzmanlaştıkça ve eğitim aldıkça linguistik tercihlerinin ötekiye nispetle değiştiği inancını taşıyorum.

Kimilerine göre bütün bu farklılıkların temelinde İslamilik ve sekülerlik ayrımı olduğu değerlendirmesini yapmak mümkün. Bu grupların adlandırmasında dini pratik ve görüşlerinden faydalanılması durumunda sekülerler ve dindarlar arasındaki bu derin ihtilafın millet olma vasfı olarak sayılan her hususa yansıdığını söylemek mümkün olabilir. Ben bu tespiti kolaya kaçmak ve gruplar içerisindeki en önemli kırılma noktalarından biri olan dinin, olayın özünün kaçırılmasına sebep olacak şekilde bu kutuplaşmaya alan açmak için kullanılması olarak değerlendiriyorum. Zira bir milleti seküler veya İslami olarak ikiye bölerek bu gruplar arasından birine hitap etmek, hem maliyetsiz hem de haz verici. “Ey seküler Ankaralılar!” veya “Ey dindar Ankaralılar!” hitabıyla başlayan benzeri cümleler aslında kamusal alandaki yeri her iki grubun iç dinamiklerinde de hayli değişken olan ve politikacıvari kolaylığa kaçmak isteyenler için sığınak durumunda olan basit ezberlerden öte geçmeyecek söylemler. Kitlesini sağlamlaştırmak ve öteki nefretiyle kendisine alan açmak isteyenler için vazgeçilemeyecek kadar önemli görünen bu diskurlardan siz de sıkılmadınız mı artık? Son seçimler dahi dindarlık ve sekülerlik hassasiyetlerinin toplumun iki kutbunu özetlemek için yetersiz olduğunu göstermedi mi? Dindarlık, muhafazakarlık, şeriat taraftarlığı, AB yanlılığı, Batıcılık, Avrasyacılık veya milliyetçilik gibi birbirine çoktan geçirilmiş ve karmakarışık hale gelmiş tartışmalardan anlayabildiğimiz üzere iki tarafın genel olarak birbirini itham ettiği meseleler hakkında da kafalarının karışık olduğunu tespit etmek mümkün.

Bu bahsi çok uzattığıma göre, kendi önerimi kısaca özetlemeliyim; ben bu ikiliği Türkiye’nin ve Türk milletinin ait olduğu dünyaya dair farklı görüşlerin çarpışması olarak görüyorum. Türkiye, Batı Dünyası’nın bir parçası mıdır, değil midir? Türkiye, Rusya-Ukrayna savaşında, Filistin Davası’nda, NATO ve AB gibi uluslararası örgütlerin konumlandırılmasında, insan hakları meselesinde veya finansallaşma sürecinde iktisadi politikalarda, hangi ülkelerle birlikte hareket ederek hangi çıkarların peşinden gidecek sorusu sorulduğunda verilen cevapların farklılığı aslında bugün yaşadığımız kırılma. Din de bu hususta, kültür, ideolojiler veya iktisadi tavırlarda olduğu gibi bir belirleyici aslında. Bu yüzden asıl kırılmanın bir bileşeni olmaktan öteye bir rol biçmeyi ben doğru bulmuyorum. Bu kırılma, Türkiye’nin hem dış politikadaki tavırların hem de belki de dış politikadaki önceliklerin bir göstergesi olarak yurt içindeki terörle mücadele, makroekonomi politikaları, muhalefete ve sivil topluma bakış, basın özgürlüğü gibi mefhumların işlenmesi sonucunda ortaya çıkıyor. Bu gerekçelendirmeyi okuyucu ne kadar mantıklı ve rasyonel bulur bilmiyorum, ancak Avrupa Birliği üyesi olmak isteyen bir Türk ile Batı’ya ve Avrupa’ya şüpheci yaklaşan bir Türk’ün AİHM kararlarına, AB üyelik sürecine ve hatta döviz kuru politikalarına benzer bir tavır geliştirmesini bekler misiniz? Bu ayrılıklar, bana kalırsa 2023 seçimlerine giderken kendisini sıkça gösterdi. Erdoğan’ın seçim sürecinde savunma sanayii merkezli olarak kendi kendine yeten, milli ve bağımsız ekonomi söylemlerine sarılması ve dış politikada kendi başına karar alan bir Türkiye vaat etmesi bu kırılmadan bağımsız düşünülebilir mi? Döviz kuru, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği, Türk Devletleri Teşkilatı ve savunma sanayiinde yapılması vaat edilen atılımlar hakkındaki söylemleri de bu bağlamda düşünmek mümkün değil mi? Diğer yandan Kılıçdaroğlu’nun, AİHM kararlarını, liberal bir hukuk devleti vaatlerini, milli ve onurlu bir duruşla da olsa Batı’yla bozulan ilişkilerin tamirini vaat ettiğini masaya koyalım. Seçim sürecinin en önemli gündemlerinden birinin bu kırılma olduğunu söylemek doğru olmaz mı?

Şu şekilde ifade edilse belki taşlar daha düzenli şekilde yerine oturacaktır; Türkiye’de güvenlik kaygılarından dolayı NATO üyeliğini, liberal demokrasi değerlerine sahip çıkma motivasyonundan ötürü AB ve Avrupa Konseyi üyeliğini öncelikler sıralamasında önlere taşıyan bir kitle var. Bu kitle, daha laik, daha demokrat ve hukuk devleti tanımına daha uygun bir Türkiye idealini ön plana çıkararak kendisini bu medeniyete ait hissettiğini gösteriyor. Batılı ve Batıcı hareketler bu kitlenin içinde neşet ediyor. Ukrayna konusunda Filistin’e göre daha hassas, İsrail’in savlarına sahip çıkma konusunda daha istekli bir kitleden bahsediyoruz. Dine bakış açısı ve sekülerliği algılayış biçimi bu tavırlarda elbette etkili ama otoriter rejimlerin Batılı bir demokrasiyi tehdit ettiği veya seküler ve demokratik bir devletin Ortadoğu’da var olma çabasına yönelik saldırılar bu kitleyi popüler deyimle “tetikliyor”. Diğer tarafta ise, ufak bir kitle de olsa Marksist görüşler sebebiyle emperyalizme mesafeli olan Avrasyacılar, Turancı hassasiyetlerle Türk Dünyası’nı dış politikada bir alternatif olarak ileri sürmeye çalışanlar, Türkiye’nin İslam dünyasının liderliğini yapması gerektiğine inanan İslamcılar var. Bütün bu bileşenlerin ortak noktası Türkiye’nin Batı Bloğu’na dahil olmasına yönelik geliştirdikleri itiraz. Tekrarlayalım, bu itiraz, iktisadi görüşlerden dış politikaya kadar birçok konuda alternatif arayışını beraberinde getiriyor ve geleneksel ve Ortodoks politikalardan kopuş denemeleri tam da bu zihni arka planla ortaya çıkıyor.

Bu ikiliğe dair adlandırma çabasını, belki de hak ettiğinden çok daha zayıf bir biçimle dile getirdikten sonra bir başka tespitle yazıyı Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına ve Cumhuriyet’in kimin olduğu sorusuna ulaştırmakta fayda var. Bu tespitin özü ise şu; Türkiye’nin kimi mahallelerinin iddia ettiği gibi Türk halkının genelinin ve özellikle iktidara oy veren insanların Cumhuriyet’i ve bayramı sahiplenmedikleri iddiası bana kalırsa yersiz. Cumhuriyet’in ve inkılapların henüz kasabalara ve köylere ulaşamadığı zamanlarda bu iddia doğru muydu, bilmiyorum. Bugün ise Konya’dan Sivas’a, Çankırı’dan Erzurum’a, iktidarın oy anlamında kalesi olarak gösterilen yerlerde Cumhuriyet Bayramı’nın coşkusunu görmemek için art niyetli olmak gerekiyor. Bu cumhuriyetin Türkiye’de yaşayan bir kesimin garantörü olması işlevine sıkıca sarılmak, Cumhuriyet’in halk kitleleriyle buluşmasını içten içe istememek belki bir 50-60 sene öncesinin tavrı olabilirdi. Bilmiyorum dedim ama o zamanlardan başlamak üzere taşradan büyük şehirlere göç eden veya köylerinde kasabalarında yaşamaya devam eden ideolojik grupların Cumhuriyet’e içten içe diş biledikleri ve hesaplaşma için fırsat aradıkları bir fikri ortam olduğuna inanıyorum. Oysa, 29 Ekim 2023 günü, önceki yıllarda ve 28 Ekim 2023 günü İstanbul’da yapılan Filistin’e destek mitinginde yaşananlarla birlikte bize gösterdi ki, eskiden Cumhuriyet’e diş bileyen ideolojik grupların bugünkü temsilcileri Cumhuriyet’in sahipliği konusunda Cumhuriyet’in geleneksel sahipleriyle bir rekabete girmek üzere…

Burada bir es verip bir hocamızın bir sohbet ortamında yaptığı tespiti paylaşarak konunun netleşmesine uğraşacağım. Bildiğiniz üzere aydınlanma düşüncesinin özellikle Orta Çağ’da ilahi kattan alınan yetkileri, dini özellikler gösteren kurumları ve toplumsal siyasi yapıları dünyevileştirmesine nazaran iktidarı Tanrı’dan alıp devlete, kiliseden alıp parlamentolara, ruhbanlardan alıp halka teslim ettiğine yönelik özetler yapılır. Türkiye’de Cumhuriyet’in de bu işlevi gören adımlardan birisi olduğu sanırım söylenebilir. Bu değerlendirmeye göre yeni dinler, artık devletlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin de yeni bir din olarak ortaya çıktığı kabul edilmesi de mümkün olacaktır. İşte hocamız, bu noktada, Durkheim’ın sivil din kavramını hatırlatırcasına 2002’de bu dine bir güncellemenin geldiğini, adeta yeni bir peygamber edasıyla bu dini, kitlelerle buluşturan ve insanların geneliyle mezceden bir figür olarak Erdoğan’ın ortaya çıktığını iddia ediyordu. Tabii durumun sonuçlarının olumlu mu olumsuz mu olduğu bahsi, bu tespitin dışında bir tartışma konusu. Bana kalırsa da toplumun belli bir kesimiyle devletin barışması anlamına gelen bu anlatı, hayli doğru. Bu süreci özellikle 15 Temmuz’dan bu yana fazlasıyla hızlandırılmış bir biçimde yaşadığımıza ve 28-29 Ekim 2023 hafta sonunun bu sürecin bir sonraki merhalesine hazırlık anlamına geldiğine inanıyorum.

Filistin’e destek mitinginde yapılan “…Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ve İsrail’in şehit ettiği Gazzelilerin huzurunda bir dakikalık saygı duruşu” çağrısı yeni bir dil ve yeni bir dönem ihtiva ediyor bana kalırsa. Bu, İstiklal Harbi’nin antiemperyalist kimliğini ön plana çıkaracak, TBMM’nin ve ilan ettiği Cumhuriyet’in milli iradeyle ilişkisini sıkça zikredecek bir söylem.  Bu, Türkiye’yi ve kurucu lideri Atatürk’ü emperyalizmle savaşan ve bölgedeki mazlumların sesi olan bir mücahit olmakla kimliklendirecek bir dönem. Gazi Paşa adlandırmasıyla ve Kurtuluş Savaşı’nın liderliği vasfıyla ön plana çıkarılacak bir Atatürk imajının yaratılmasıyla milli mücadele ve onun mirası olan Cumhuriyet, halka mal edilecek ve bu Cumhuriyet’in İstiklal Harbi’ne katılan bütün milletin kazanımı olduğu söylemi gittikçe genişleyecek. Bu söylemin içinde Türkiye’nin Batılılaşma sürecinin ve bu süreci hızlandıran devrimlerin olacağına pek inanmıyorum. Eskiden Cumhuriyet ve onun memurları tarafından kimi zaman dışlanan, kimi zaman tehdit olarak görülen, bu sebeple de orduyla, devletle ve Cumhuriyet’le barışamamış kitlelerin bu söylemler üzerinden Cumhuriyet’in sahipliği iddiasında bulunacağını düşünüyorum. 29 Ekim günü deniz ve hava kuvvetlerinin katılımıyla yapılan güç gösterisi, Mavi Vatan söylemi ve bu söylemin karşısında yer alan Batılı ülkeler de düşünülünce bu ruhun slogan olarak ortaya çıkan Türkiye Yüzyılı’nın ruhu olduğuna inanıyorum. Bu söylem, Cumhuriyet’in sahibi olduğunu iddia edecek olan bir kitle ile kuruluşundan bugüne Cumhuriyet’i devrimleriyle ve kendi düşünceler setiyle sahiplenenler arasında bir rekabet ortaya çıkaracaktır. 29 Ekim’de kurulan, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal seçilen, egemenlik alanı, halkı, bayrağı ve bütün sembolleri ortak olan ama içerisine yüklenen anlamlar dolayısıyla ayrılan iki farklı Cumhuriyet…

Filistin veya kendince İslami hassasiyetleri nedeniyle Bayram’ı kutlamayanlarla, Pontus, Ermeni veya Süryani soykırımı gibi iddialar nedeniyle Cumhuriyet’i suçlayanların üzerinde tepinilerek iki kitlenin birbirine saldıracağı iki farklı düşünce tarzı. Birbirini, Cumhuriyet’e ihanet etmekle suçlayan, başkalarının hesabına çalışmakla itham eden ve başka anlamlar yükledikleri Cumhuriyet’i bir gömlekmişçesine kendi üzerlerine yakışır hale getirmeye çalışan bir rekabet göreceğimize inanıyorum. Bir tarafın elinde Atatürk’ün başkomutanlık ve Cumhurbaşkanlığı makamları, diğer tarafın elinde partisi. Bir tarafın elinde milli irade, diğer tarafın elinde devrimler. Bir taraf 1919-23 arası söyleme sahip diğer taraf 1924-38 arasındaki. Bu rekabet, dışarıdan izleyecek bir göz olarak, beni heyecanlandırıyor ne yalan söyleyeyim.

Bu söylemin rekabet sahasına gireceği bir diğer sembol de Gazi Mustafa Kemal Atatürk olacaktır. Atatürk’ün devrimciliğine ve modernleşme hareketinin lideri olduğu vurgusuyla, Mustafa Kemal Paşa’nın İslami ve milli söylemlerle yürütülen İstiklal Harbi’nin lideri olduğu gerçeği birbiriyle çarpışan iki mefhum haline getirilirse inanın şaşırmayacağım. Bu bakış açısından hareketle, bundan sonra anılmayan 10 Kasımlar, Atatürk’le hesaplaşmaya çalışılan söylemler görmeyeceğimizi düşünüyorum. Bilakis, Atatürk’ün gerçek mirasçısı olma iddiası tartışılacak ve O’nun sahiplenilen özelliklerine yaraşır pozisyonlarda durma vurgusu siyaset sahamızda kendisini daha çok hissettirecektir. “Atatürk, benim.” söylemi toplumun her kesiminde daha görünür hale gelecektir. Bu söylemlerden azade bir biçimde, yazının yayımlanacağı günden tam 85 sene önce kaybettiğimiz kurucu liderimizi rahmetle ve saygıyla anmak, onun kişiliğinin ve mücadelesinin böylesi bir rekabete konu olmasından duyduğum rahatsızlığı belirtmek de bu yazının mutlaka içermesi gereken iki husus olsa gerek.

Rahatsızlık duyduğum bu rekabeti dışarıdan izleyeceğim. Neden mi? Kendimi bu kitlelerden birine, teoride de olsa, daha yakın hissediyor olmama rağmen bu rekabetin bir parçası değilim. Çünkü bu rekabetin Cumhuriyet’e aidiyet temeli üzerinde yükseldiğine inanmıyorum. “Cumhuriyet benim.” cümlesinin sahiplerinin Cumhuriyet’e duydukları aidiyet ve sadakati yarıştırdıklarını düşünmüyorum. Bu tavırda ait olan Cumhuriyet’ken, sahip olma iddiasındaki mevzubahis kitleler. Dolayısıyla bu rekabet ötekiyi dışlayan, cumhuriyeti kendi kalıplarına hapsetmek isteyen tutumların bir göstergesi. Ve ben cumhuriyetimizin ötekiyi dışlamak üzerinden yeniden anlamlandırılma mücadelesine dahil olmak istemiyorum. Zira bu Cumhuriyet benim değil. Cumhuriyet Ben’im. Cumhuriyet’e bir nebze olsun bağlılık, vefa veya saygı duyan her Türk gencinin bu farkındalıkta olarak davranması Cumhuriyet’in sahibini, yaygın kitleler tarafından kabul gören içeriğini ve geleceğini şekillendirecektir. Umarım kazananlar Türkiye’ye ve Cumhuriyet’e sadakati şüphe götürmeyen, ona gerektiği değeri verenler olacaktır.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir