Devletlüm

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.

Mukaddesatçılık meselesiyle ilgili iki yazı daha yazıp bir süre bu konuyu tamamen terk edecek sonra farklı meseleler hakkında yazacaktım ancak yazımın depremin yıl dönümü haftasına denk geldiğini fark edince dümeni kırdım ve devletle ilişkimize dair bir şeyler yazmak istedim. Kendi dostlarım ve onlar sayesinde ulaştığım küçük bir topluluğa hitap ettiğimi düşünüyorum. Hâliyle yazıların bu karışık düzenini mazur göreceğinizi umuyorum. Türklerin devletleriyle bağı, Türkiye’de devlete atfedilen kutsallık çok yazıldı, konuşuldu. Muarız ve eleştirel tutumlar olsa da tarihte inkar edilemez bir meyil var, Türkler için devlet çok merkezi bir yerde.

Devletimiz bir öncekinin kurtarılma çabalarından doğdu. İsterseniz şimdilerde hakim Atsızcı “devamlı devlet, farklı hanedanlar” tezini düşünerek kelimeleri değiştirin sonuç fark etmeyecektir. “Üç tarz-ı siyaset” devleti kurtarma planlarından ibaretti. Yenisini kuranların maslahatları da bunların çeşitli derecelerde mezcedilmesinden oluştu. Devlet merkezi rolünü ve önemini hiç kaybetmedi.

Kim olduğu veya ne yapacağına dair kararsızlık yaşayanlar devlete atıfla konuşarak bu krizleri aştılar. Kararsızlık yaşamayan ancak amaçlarını gizlemek isteyenler için de aynı şey geçerliydi. Biz şuyuz ya da buyuz diyerek yapılacak tercihlerin menfi sonuçlarını devlet makyajıyla kapattılar. Batılılaşmak mı gerek? Devletin bekası için şapka da takarız vergi de veririz. Meclis ayağımıza bağ mı oluyor? Devletin bekası için anayasayı değiştiririz.

“-Onu neden öyle yaptın?

-Çünkü devletin yaşaması gerek.”

Bu kalıbı istediğimiz yere uygulayarak siyasette sınırsız bir meşruiyet ve güç sağlayabiliriz. Tabii, sağı solu ya da aydını halkı da yok bu işin. Kimi halka bakıp eğitilemez sürüler gördü ve bu iş devletsiz olmaz dedi, kimi halka bakınca gözü korktu bunlarla devletsiz baş edilmez dedi. En protest gözükenlerin protestliğine aldanmayın. Onlar da devlet gücünü ele geçirince yapacaklarını planlarken bayıldılar ve gerçek hayatla ilgilenmedikleri için ayıldıklarında iktidar şansını kaçırdılar.

Bir yandan birileri devletin ne kadar güçlü ve büyük olduğunu büyülenerek anlattılar. Öyle bir devlet anlatısı vardı ki (haşa) kadir-i mutlak, doğmamış, doğurulmamış, kendisinden kötülük sadır olmayan, her an bizi yönetip her hayrı yaratandır, bizim için neyin iyi neyin kötü olduğunu bilendir. Bir diğer yandan da aynı büyüklük anlatısı yine geçerlidir ancak bu sefer korku hikayesi olarak. Devlet; zalim, her türlü kötülüğün kaynağı, her an bize kötülük etmek için fırsat kollayan bir deccal ya da kötü ilah oluverir. İyi ya da kötü yorumlanması değişse de sabit bir büyük ve yüce devlet vardır. Oysa geçmişte devletin imkanları bundan çok daha sınırlıyken ne yapmış olabileceğini sorgulasanız pek de bir şey yapamadığı ortaya çıkacaktır. Hatta arşiv fareliğine gerek olmaksızın bugün tüm imkanlara rağmen yapıp yapamadıkları da ortadadır. Burada milliyetçi bir refleks gösterip bakın BDP (sürekli isim değiştirdikleri için ilk mücadele dönemimdeki isimlerinde karar kıldım) orada kapatamıyorlar demiyorum. Kapatılması gerekince, onu orada tutmak gereksiz hâle gelince kapatacaklarını zaten adım gibi biliyorum.

Her neyse, günler ayları, aylar yılları takip etti. Türkler hep devletli oldu. Diller değişti, dinler değişti, kıtalar değişti, bir devletliliğimiz değişmedi. Yine günlerden bir gün Türk’ün devlete ihtiyacı oldu. Evleri yıkılanlar enkazların arasında devleti aradı. Devlet bir yere mi gitmişti? Hep yaşatmak için fedakarlıklar yaptığımız, bize hem ana hem baba olan devlet neden anaları babaları enkazdan çıkaramıyordu? Devleti aradığında bulamayan bir afetzede bu şahitliğini dile getirince ya hain oldu ya da görmezden gelindi. Sonra ortalık durulunca yine devletin büyüklüğü anlatılmaya başlandı. Hepimiz olan biteni seyretmiştik ama utanma noktası çoktan aşılmıştı. Devlet ve onun adına konuşan ulular “Devlet buradadır! Devlet güçlüdür!” demeye başladılar. Ailesinin ulusu, büyük kumandan Tywin Lannister’ın dediği gibi “Any man who must say, ‘I am the king’ is no true king.”* Bir şey hakikaten o şeyse bizim dönüp dönüp onun o şey olduğunu söylememize ihtiyaç olabilir mi?

Bu akıl yürütme beni tatsız, keyifsiz bir noktaya sürüklüyor. Haşa ve kellâ cennetten kovulmak, sebeb-i hilkatimiz, yegane varlığımız, biriciğimiz devletimize şirk koşmak istemem fakat devleti düşünmeyi devlete yaslanıp onun iliğini kemiğini sömüren asalaklara mı bıraksak? Devlet biz iyiysek istese de hasta ve kötü olamaz zaten. Kötü/sayrı gibi görünürse de bu hastanın ateşinin yükselmesi gibi bir mücadelenin, mikrobun kırılmasının işaretidir. Milletsiz devlet olur mu? Milleti feda ederek devlet yaşatılır mı? Millet dediğimiz kimdir? Hangi insan topluluğuna millet diyoruz? Devletsiz Türklük tanımı mümkün müdür? Vatan ve millet merkezli bir devlet tanımı yapamaz mıyız? Soru sormanın da böyle tatsız bir yanı var, sorular soruları doğuruyor. Neyse ki kente göçmüş taşralı ülkücü bir işçi babanın kent çeperlerinde hayatını idame ettirmeye çalışan milliyetçi bir evladıyım da böyle şeylere kendimi kaptırıp imanımı kirletmiyorum. Ya devlet başa ya kuzgun leşe!


*”Kral benim” demek zorunda kalan kimse gerçek kral değildir.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir