Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 1 dakikadır.
“Sen seni ne sanırsan ayruğa da onu san
Dört kitabın mânâsı budur eğer var ise”.
Mahabharata’yı okuyorum. Mukaddes hazza ermenin tek yolu var: cümle mevcudâtı kendinden bir parça gibi görmek ve hepsine kendine davranır gibi davranmak. Sonra Buda’ya kulak veriyorum. Nirvana’ya ulaşmanın şartı: kendine yapılmasını istemeyeceğin şeyi başkalarına da yapmamak. Talmud’da ise şöyle yazıyor: “Sana kötü görünen hiçbir şeyi komşuna yapma! Tevrat’ın aslı-esası budur; gerisi bunun tefsirinden ibarettir”. Zeytindağı’na çıkıp Nasıralı İsa’yı dinliyorum: “İnsanların size nasıl davranmasını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın. Çünkü Kutsal Yasa’nın ve nebilerin söylediği budur”. Çölleri aşıp, Muhammed Peygamber’in önünde diz çöküyorum. Kendim için istediğimi başkaları için de istemediğim sürece kemâl bulamayacağımı söylüyor.
Königsbergli; “öyle eyle ki, eyleminin temelindeki ilke, bütün insanlar için geçerli olan evrensel bir ilke olabilsin” derken, yukarıdaki öğütlere biraz daha soyut ve nesnel bir form kazandırmaktan başka bir şey yapmıyordu. John Stuart Mill ise Nasıralı İsa’nın altın kuralında, faydacı ahlâkın mükemmel bir görünümünü bulmuştu. Altın kuralın, ahlâkın mihveri olduğuna neredeyse eminim. Zira gerek ödev ahlâkı gerekse faydacı ahlâk, bu mihverin etrafında dönüp duruyor. Gelgelelim bir sorun var. Başkalarının, kendim için istediğim şeyleri isteyeceğini (veya kendim için istemediğim şeyleri istemeyeceğini) nasıl bilebilirim? Diğer bir deyişle, eylemimin temelindeki ilkenin evrensel olabilmesinin imkânı nedir? Bu sorunun çözümü, beni kaçınılmaz olarak yine Varlık meselesine götürüyor.
Mahabharata’ya tekrar göz atmalıyım. Cümle mevcudâtın kendimden bir parça olması… Sanırım işin sırrı burada. Bütün ben’ler, Ben’den neşet eder. Bu yüzden her bir ben, içindeki Ben’e döndüğü ölçüde, aynı özü paylaştığı ben’lere nasıl muamele etmesi gerektiğini sezer (vicdan denilen şey bu olmalı). Altın kuralın vazıı Ben, bilinçli-bilinçsiz uygulayıcısı ben’lerdir. Ahlâkın iyi’si, Ben katından ben’lere tenezzül ederken emir / ödev; ben’ler arasında tedavül ederken maslahat / fayda suretine bürünür. Ödev ahlâkı ile faydacı ahlâk, prima facie uzlaşmaz görünür. Hâlbuki biri iyi’nin nüzulüne (dikey ve enfüsî hareketine), diğeri tedavülüne (yatay ve âfâkî hareketine) bakmaktadır. Faydacı “kaba hazcılık” suçlamasından kurtulmaya, ödevci ise “kayıp otonomi”yi bulmaya çalışır. Hakikatte ikisi de ben’deki Ben’i aramaktadır.
Söz Yunus’la başladı, Bâkî’yle tamam olsun:
“Kelâm-ı aşk ey Bâkî ser-â-ser sırr-ı vahdetdir
Murâdı cümlenin birdir bütün dünyâyı söyletsen”.
*Dinleme Önerisi: Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü – Dört Kitabın Manası
https://youtu.be/n33ml0ICPes?si=DctPtcyYEiGOgiFW