Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.
Endülüs’e geçişimiz, fetihlerin başlaması 92 (miladi 711) yılında, Endülüs’teki son toprağımızın elden çıkmasıysa 897 (ya da 1492) yılındaydı. Dile kolay 795 sene Müslümanlar burada hâkim olmuş ardından buradan katliamlarla çıkarılmışlardı. Herhalde sıradan müslümanlar Endülüs’e ne zaman gelindiğini unutmuş, başı ve sonu belirsiz bir şekilde biz zaten buradaydık ve pek tabii burada kalacağız diye inanmışlardı. Bugünse o günler bize çok uzak ve kısa bir dönemmiş gibi geliyor. İstanbul ise 857 yılında fethedildi ve biz 1445 yılındayız yani fethedeli 588 yıl olmuş. Sözün varacağı yeri tahmin edenler estağfurullah çekmeye, o kadar da değil demeye başlamış olabilirler ancak bir düşünün Kudüs, Filistin yıllardır işgal altında değil mi? Balkanlar’dan, Kırım’dan sürülmedik mi? Doğu Türkistan, haber bile almanın imkansızlaştığı bir işgal altında değil mi?
Şöyle bir düşünüldüğünde modern çağda fetihler ve kayıplar bitmiş gibi gelir. Zaten bunun rehavetiyle her gün bir başka meseleyi abartmamamız, “Batılı” değerlere uyum sağlamamız, çağdaş olmamız gerektiği gibi nasihatlerle terbiye ediliriz. En büyük yalanlar savaşların bittiği, demokrasilerin hiç birbiriyle savaşmadığıdır. Pek tabii, birbiriyle savaşanlardan birini kulüpten atarsanız, “demokrasi dediğin şöyle olur” diye tevile başlarsanız bir taraf hiç demokrasi olmayacaktır. Bir de savaşların form değiştirmiş olabileceği, işlerin eskisiyle tıpatıp aynı olması gerekmediği fikrini akıllardan silerseniz istediğiniz yalanı dinletebilirsiniz. Bu itirazlara rağmen genel kanaat durağan bir dünyada yaşadığımız şeklindedir. Yine de istenildiğinde nasıl tüm dünyanın gözleri önünde, aylarca birçok “Batılı, modern, demokratik” ülkenin de açık desteği (ya da yükselen tepkileri geçiştirmek için ağız kenarıyla yapılan eleştirileriyle) soykırım yapıldığına ve toprak gasbedilebildiğine şahit oluyoruz. O halde bu durağan, her şey böyle sürüp gidecekmiş gibi pazarlanan dünyada sıra size geldiğinde büyü bozulacak demektir.
Bu büyünün oluşmasında 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeni ve Sovyetlerin yıkılmasıyla tam anlamıyla tahkim edilen ABD hegemonyası yatmaktadır. Bir diğer sebep de modern devletlerin milli tarihlerini “böyle olmama ihtimali yoktu, ancak böyle olabilir” ön kabulleriyle anlatır olmasıdır. Bugün ulus devletler tarihlerini az çok öğrettikleri için biz, yukarıdaki İstanbul örneği gibi, bazı tarihleri ezbere biliyoruz. Her düzeyden vatandaşlar olarak nerede ve ne kadar vakit geçirdiğimizi hesaplayabiliyoruz. Bizimle benzer şeyleri bilen diğer milletlerle siz yenisiniz biz eskiyiz, siz gelemezsiniz biz gidemeyiz kavgalarına tutuşabiliyoruz. Ancak iş sınırlardan daha soyut konulara gelince karmaşıklaşmaya başlıyor. Zaten toprak kaybı gibi zayıf görünen ve daha az hesaba katılan tehditten daha fenası da budur. Bunun yol açacağı sonuç gönderinde bayrakları dalgalansa da bayrağın anlamını yitirdiği, birliği, değerleri ya da kendini diğerinden ayrı kılan neyse onun kaybedildiği bir yığın olmaktır. Aşağı yukarı şimdiki birbirinden kopuk, birbirini umursamaz ve her seferinde patronlara, terör örgütlerine, diaspora lobilerine hatta bırakın insanları sokak köpeklerine bile yenilen yığınlar oluşumuzdan bir şeyler çıkarabilirsiniz.
Misalen, gündemdeki tartışmalara bakılırsa bugün Türk çocukları İstanbul’da kimin hâkim olduğunu karıştırıyor. İstanbul’un kimin olduğunu karıştıranlardan da Türkiye’nin kendi geleceği hakkında tasarrufta bulunabileceğini düşünmesi de beklenemez. Düşünsenize yüzlerce yıl önce Türkler tarafından cami yapılmış bir ibadethane daha sonra müze yapılmış ve şimdi tekrar cami hâline getirilmiş. Bu tartışmada “dünya kamuoyunu” ya da “Batılı” devletleri ya da Yunanları ilgilendiren nedir? “İnsanlığın ortak mirası” denilse yapı orada duruyor ve ücretsiz kullanılıyor deriz. Yunanlıların da hakkı var ayıp oldu denilse bir zamanlar Kordon’da konakları vardı, çıkalım gidelim Batı Anadolu’dan mı denilecek? Bizim hakkımız ne olacak? Yunanistan’ın Batı Trakya Türklerine yaptıklarını görmezden gelme riyakarlığını ne yapacağız? Tarihin en eski kilise ve camilerinin İsrail tarafından imha edilişi karşısında ya da Doğu Türkistan’da dümdüz edilen onlarca ibadethane ve kültürel yapı hakkında ne yapılıyor? Bunların hepsinin bir taraf tutma meselesinden ibaret olduğunu ne zaman kabul edeceğiz?
Nasıl oluyorsa yeni nesil milliyetçiler, milliyetçilik adına “dünya vatandaşı” haline gelmemizi istiyor ya da buraya varabilecek şeyleri (inşallah kurnazca değil de) safça savunuyorlar. Sınırların önemini kaybettiği, çok-kültürlülüğün teşvik edildiği dönemler geçeli çok oluyor. Neoliberal değerler kümesinin krizini görüyoruz. Bizzat bunların dayatıcısı “Batı” yeni göç dalgalarına karşı kendi sınırlarında aldıkları tedbirlerden önce kendisine geçiş yolunda kullanılan ülkelerde tedbir almaya başlamıştı. İfade, basın ve akademi özgürlükleri bahislerinde de ne denli ikiyüzlü olunduğunu Gazze’de yaşanan soykırım vesilesiyle izleyebiliyoruz. Bilvesile Kariye’nin veya daha önce olduğu üzere Ayasofya’nın akıbetinin Türk milletini ilgilendirdiği ve bizim kararımızın son karar olduğunu iyi belleyelim. Dış tebrik, teşvik ve azarlardan azade bir şekilde neyin, ne olması gerektiğini tartışalım. Bu yöntem benimsenebilirse hakikaten çok özgürleşeceğiz. Bu özgürlük milletimizin birlikte yaşamışlık bilinci, birlikte yaşama idraki ve birlikte yaşamaya devam etme arzusunu geliştirecek, “bize” yani kimliğimize dair, “bizden” kaynaklara yaslanıp “insanlık âleminde” dik yürümemizi sağlayacaktır. Yoksa dün Endülüs’te, bugün Kudüs’te olanın yarın İstanbul’da olması işten bile değildir.