Hakk’a ve Halka Doğru

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.

Türkiye’de solun neden gelişemediği çok tartışılır. Buna halka inememek, halkın manevi değerleriyle çatışmak gibi cevaplar verilir. Kapitalistlerin ve kompradorların halkı engellemesi nedeniyle olduğunu da iddia edenler vardır. Durduğunuz yere ve siyasi dosyanıza göre cevapların değişmesi doğaldır. Solda yerli bir tevil, sahaya ve eldeki malzemeye dönük erken dönem çabaların giderek beynelmilel yorumlara yerini bırakması benim de dikkatimi çekmiştir. Ayrıca İdris Küçükömer’den beri “Türkiye’de sol sağ, sağ da soldur” fikri de arada dillendirilir, haklı olabileceği durumlarda altı çizilir. Sınıfları ve toplum yapısını değerlendirirken yorum ufkunu genişletebilecek,  hesaba katılması da gereken bir yorumdur. Tarihin gösterdiği kadarıyla Türkiye’de sol ciddi bir tehdit olmadı, uç sol ise ne bir iktidar ne bir ihtilal şansına sahipti, şiddet eylemleri dışında bir tehdit arz etmiyordu. Hâl böyleyken sol tehdit algısı çok kullanışlıydı. Solcularımız kendini olduklarından büyük görüyor, sağcılarımız tehdit algısıyla kendilerine alan açıyordu. Bu karşılıkla abartı durumu tarafların işine geliyordu.

Tehdit kısmını ciddiye alan ve ifrat ve tefritte pek mahir olan milletimiz ve milliyetçilerimiz de sol değer ve kavramlar kümesine ait şeylerden giderek uzak durdular, onlardan olmadıklarını gösterme çabasına düştüler. Öyle ki halkçılık, sosyal adalet vurguları giderek silindi. Milliyetçi-Toplumcu düzen arayışı gibi halka dönük çabalar kendiliğinden sönümlendi ve liberal-kapitalist zırvaları bir din gibi benimsendi. Bu eleştiriler sol tehdidin daha somut gösterilebilir olduğu zaman için sorunludur. 1970’li yıllarda daha çok bunlar bizim değerimizdir tevilciliğiyle popüler konseptlerin sahiplenilmesi vardı. Bu iddia doğru olmakla birlikte emperyalizm reddedilirken iç sömürü üzerine pek söz söylenmemesi bir özeleştiri ve sorun olarak ortaya koyulmak zorundadır. Özal dönemi ve sonrası gençliğini yaşayanlarsa ülkenin artan refahı ve yeni eğitim düzeninin etkisiyle olacak liberal-kapitalist tezleri savunan, “dünya vatandaşları” olma yolunda ilerlediler. Sıradan insanlar için bu bir şuur kaybı ve savruluştur denebilecekken milliyetçi ve İslamcıların bu yolda ilerlemesi, zannediyorum, köklere ihanettir.

1990’larda kimlik siyasetinin gündemi belirlemesi ve küresel çapta göç ulus devletlerin kavramsal ve fiziki sınırlarını zorladı. Sağımızda (ya da sol olmadığı düşünülenlerde) pratik sonuçları görülen küreselleşme, serbest piyasacılık gibi şeyler ve kimlik siyaseti eklemlenmesi karşısında değerler ve ilkeler siyaseti hep geriledi, çoğunlukla tevil edilerek yeni düzene entegre edildi. Çoğu sözde münevver olan bu kimseler nasıl olduysa ışıklarını para ve maddi çıkarlara tuttular da bir “ne oluyoruz birader?” diyemedi. Bunu yapanlar zaten aşırılar gibi gösterilerek kenara itildi, söyledikleri de kulak arkası edildi.

Bu muarız yorumlarıma bakarak her şeyi kökten reddetmek zorunda da değiliz. Bilenlerin bildiği “radikalliğim” henüz bu aşamada değil. Üzerine yeni konuşmaya başladığımız şeyler hakkında bu yeni düzen hepten kötüydü ve kötülük getirdi demek ihtiyatlı olmaz. Neticede aklımız ve mantığımızla hareket edebiliyoruz, eğrisini doğrusunu konuşabiliriz. Ancak en azından beynelmilel tacirler çağında ve her şeyin mali değerlerle ölçüldüğü günlerde gelenin ne getirdiği, gidenin ne götürdüğünü bilmek ve düşünmek hakkımızdır. Bizim de kendimize göre bir hesap defterimiz var. Tedbirli ve adım adım değerlendirmeler yaparak ilerlemek nasıl makulse vermek istemediklerimizi savunmak için diş göstermek, yumruk sıkmak da doğal bir sonuçtur. Zaten bakıldığında az bir karşılığa değiştiğimiz şeyler görülecektir. Yine de en azından bir uzlaşma zemini olarak bir önceki adımda durup “bize ne oldu ve ne oluyor?” sorusunu hep akılda tutmak lazım.

Bahsettiğimiz tehlikeli sol artık kullanışlı bir silah olarak bile tenezzül edilmeyen haldedir. Kızıl şafak artık çok uzaklarda görünüyor zira günümüz “kızılları” kimlik politikalarına kapılmış, en âlâ faşistlere dönüşmüşken birilerinin bizi komünistlikle itham etmesinden korkmamıza gerek yok mesela. Halkçılık utanılacak bir şey değildir. Türk milliyetçiliğinin ilk filizlendiği günlerden itibaren bir anti-emperyalist mücadele olduğunu, hep halkçı bir damar taşıdığını unutmayalım. Halkçılık ve köycülük cumhuriyeti kuranların başta gelen ilkeleri olduğu gibi milliyetçi, İslamcı ve muhafazakar eleştirilerin de odak noktasıydı. Soğuk Savaş’ın şiddetlendiği yıllarda ülkücülük yoğun bir milliyetçi-toplumcu öneriyi barındırıyordu. Bunun yanı sıra şu mukaddesatçı deyip durduğum aydınlar ve dayandıkları taban bir yandan dış tehditler bir yandan da iç elitlerle bir çatışma hâlindeydi.

Şimdilerde Filistin ve Doğu Türkistan’da süren soykırım ve zulümlere karşı küresel piyasalar ve  anlaşmalar gibi her ne hikmetse hep bizi zora sokan şeylerin arkasına sığınmadan (ciddi bir milli ekonomi ihdasına da yol açacak) adımların derhal atılmasını istemek (atabilecekler isteyemez atar, istemek bizim kısmımız) akıl kârı ve namuslu bir iştir. Soykırımcılarla iktisadi, siyasi, diplomatik mücadeleye ağırlık verilmesinden daha azına razı olamayız.

Her ne kadar böylesini düşünmemiz istenmese de küresel piyasaların büyülü grafiklerine, patronların keyiflerine değil Türk milletine dönük bir siyaset hâlâ mümkün. Zira her ne kadar değerleri aşınmış, kendisi ve toprağı sömürülmüş olsa da zaman zaman kabaran ayranıyla, yer yer dolan gözleriyle bize refleksler gösteren bir Türk milleti yaşamaya devam ediyor. İşte bu sebeple yeniden Mukaddesatçı çatıya dönülmesi, halka ve toprağa dönüp değerlerimiz ve hayatlarımız üzerinde tekrar söz sahibi olabilmeyi öneriyorum.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir