Hangi Doğa

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 2 dakikadır.

İnsan, kendisinden hareketle iyi ve güzel olanı belirleyeceği bir referans noktasına muhtaçtır. Türkiye’de modern ve pre-modern değer dizgeleri, art arda ve birkaç on yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde, tamiri güç bir itibar kaybına uğradı. Post-modern bir girdaba tutulan mürekkep yalamışlarımız, değer dilenmek üzere, bu kez başka bir putun önünde diz çöktüler: Doğa.

Ahlâkî, bediî (estetik), hukukî ve siyasî tartışmalarda artık sıklıkla doğaya atıfta bulunuluyor. Doğallık; iyinin, güzelin, meşrûnun ve maslahata uygun olanın ölçütü gibi görülüyor. Herhangi bir beşerî olgunun (davranışın, faaliyetin yahut müessesenin) muvafıkları da muarızları da, haklı çıkabilmek için evvelâ onun doğal olduğunu (veya olmadığını) ispat etmenin derdine düşüyor. İşin kötüsü, her iki tarafın da doğadan anladığı, pozitif bilimlerin (bilhassa evrimsel biyolojinin) sunduğu verilerle çizilmiş bölük-pörçük bir resimden, yani nihayetinde beş duyuya dayanan bir dış dünya tasvirinden ibaret. Başka bir ifadeyle, kendisinden değer devşirmeye çalıştıkları doğa, Varlık’ın tin veçhesini ve natura naturans’ı dışlamak itibarıyla, Spinoza’nın Deus sive Naturası bile değil.

Şunu unutmamak gerek: normatif karakter arz eden ahlâkın, bediiyatın, hukukun ve siyasetin konusu; olan (sein) değil, olması gerekendir (sollen). Yalnızca dış dünyada olanın betimlenmesinden, olması gerekene erişmek muhaldir. David Hume, olan’dan (is) olması gerekenin (ought) çıkmayacağını henüz XVIII. asırda ortaya koymuştu. George Edward Moore ise, geçtiğimiz yüzyılın başında kaleme aldığı Principia Ethica’da, bizim yarı-okumuşların bu teşebbüsüne doğalcılık safsatası (naturalistic fallacy) adını vermişti.

Medeniyetin bütün kazanımları, dış dünyada olan anlamıyla doğaya karşı durmak yahut onu değiştirmek / dizginlemek yoluyla elde edilmiştir. Bu, tek tek örnekler vermeyi dahi lüzumsuz kılan apaçık bir gerçek. Hâl böyleyken, doğadan değer istihraç etmeye yönelik karşı konulamaz ve sürekli nükseden bu eğilimin sebebi nedir? Başka kelimelerle tekrar soralım: doğalcılık safsatasına düşmek neden bu kadar çekici?

Kanaatimce doğaya başvurmanın cazibesi, doğa teriminin, modernite öncesi bin yıllar boyunca, son derece farklı bir muhtevaya işaret etmiş olmasından ileri geliyor. Tarih öncesi devirler, İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni ÇağHâsılı, insanlık öyküsünde “daha dün” denilebilecek bir zamana kadar doğa, maddenin yanında mânâyı da (tini de / aklı da / ruhu da / nefsi de)  içerecek şekilde anlaşılıyordu. Yani kozmos, bünyesinde logos barındıran (yahut logos tarafından tanzim edilen) organik bir bütün hâlinde kavranıyordu. Örneğin bugün sonsuz boşlukta dönüp duran madde yığınları gibi tasavvur ettiğimiz gök cisimlerinin, nefs / psükhe sahibi olduğu düşünülüyordu. Kısacası doğa, canı ve aklı olan bir şeydi. Böyle bir doğadan olması gerekeni çıkarmak ise mümkün, hatta zorunluydu. İnanmayan, ciltler dolusu doğal hukuk (ius naturale) literatürüne bir göz atsın.

Doğadan değer dilenen post-modernite mağdurlarına önerim şu: ya doğa kavrayışınızı değiştirin yahut bu sevdadan vazgeçin. Aksi hâlde Hume’un giyotini kellenizi alır!

Genç Abdal doğayı söylemiş, görelim Han’ım ne söylemiş:

  “Çar anâsır bâbından nikab büründüm

   Bir noktadan hâsıl oldum arındım

   Can gözüyle görenlere göründüm

   Ne seyranım ben seyrandan içeri…”

 

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir