Hiç Türk’e Benzemiyorsun

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.

Soğuk bir mart gecesiydi. Viyana 11. bölgenin kentsel dönüşüme uğramış mahallesinde, kaldığım öğrenci yurdunun arka bahçesine sigara içmeye çıkmıştım. Yanımda Ziya vardı. Avusturya lisesinden henüz birkaç yıl önce mezun olmuş genç arkadaşım Ziya… Ve ben eğitim almak ya da nitelikli işlerde çalışmak üzere Avrupa’ya göç etmiş tüm Türklerin en az bir kere duyduğunu tahmin ettiğim o cümleyi duydum. “Hiç Türk’e benzemiyorsunuz”.

Kan beynime sıçradı. Köşede yıllardır aldığım sosyoloji eğitimine ve sömürgeci zihniyete olan tahammülsüzlüğüme birkaç aydan beri çoktan alışmış olan İngiliz arkadaşımla göz göze geldik. Sinsice gülümsedi. Söyleyeceklerimi çoktan biliyor olmanın gururuyla sigarasından bir nefes çekti. İçinden “Here we go!” dediğini duymuş gibi oldum. Türk’e hiç benzemediğime iki-üç dakika içerisinde kanaat getirmiş Alman’a cevap verdim.

-Doktora yaptığım için mi Türk’e benzemiyorum?

Cevabım karşımdakini gücendirmişti. Gücendirsindi. Gücenmeliydi. Markete yalın ayakla giden bir Berlin hippisiydi benim için o. Anlamaz gibi baktı yüzüme.

-Niteliksiz işlerde çalışıyor olsaydık Türk’e daha mı çok benzerdik?

Hippi Berliner cevap yerine bir şeyler geveledi. Çok geçmeden sigarasını bitirip yurdun kapısından içeri girdi. Gururluydum. Ağzının payını nasıl da vermiştim Avrupalı sömürgeci zihniyete. Sonra birkaç kelam ettik. Ben, Ziya ve İngiliz dostumuz… İçeri girdik.

Ertesi gün dostum Yağmur’dan Berliner’in babasının göçmen bir Arap olduğunu öğrendim. İçime su serpilmemiş, daha da sinirlenmiştim. Biz diasporadaydık, en azından göçmenler olarak dayanışma yapamaz mıydık? Hem nasıl oluyordu da ben Türk’e benzemiyordum? Kara saçlarım, buğday tenim, yuvarlak yüzüm, gözlerimin biçimi, hepsi ama hepsi ben Türk’üm diye bağırıyordu. Sonradan tecrübe ettiklerimle iyice kanaat getirdim ki siyah saçlı, buğday tenli olsam da olmasam da, uzun ya da dar bir yüzüm, uzun ya da daha kısa bir boyum olsa da ben beyaz Avrupalı’nın gözünde asla bir Türk’e benzemeyecektim.

Avrupa’da zaman geçirmeye devam ederken, böylesine örtük olmayan birçok ırkçılık örneğiyle karşılaştım. Tanık olduğum ırkçılıklar içerisinde en acısı da Türkiye Türklerinin gurbetçilere yaptığı ayrımcılıktı. Gurbetçiler bizim için iyi birer ev sahipleriydiler oysa. Kaybolduğumuzda yol sorduğumuz, dönercilerinde karnımızı doyurduğumuz, başımıza bir iş gelince kapılarını çaldığımız çoğu zaman görünüşlerinden(!) Türk olduklarını anladığımız ve “Türk müsünüz?” sorusuyla gurbet elde kendimizi vatanımızda saymamıza vesile olan uzak akrabalarımız gibiydiler. Öte yandan gurbetçiler topraklarımızın ötekisiydiler. Giyinişleriyle, konuşmalarıyla, “bizi Avrupalılara yanlış tanıtmalarıyla”, yaşam biçimleriyle, düğünlerinde Avrupa şehirlerinin trafiğini kilitleyen ötekilerimiz, beyaz Türklerin karşısındaki siyahilerdi onlar. En kolay gözden çıkarılan, “hiç Türk’e benzemiyorsun” cümlesine cevap verirken onurları bazen feda edilen, bizden ama ötekilerdi gurbetçiler. Ne gittikleri yere uyum sağlayabilen ne de kendisi kalabilmek için verdiği onca mücadeleye rağmen vatandaşları tarafından makbul kabul edilen, sınıflı toplum yapısının çarklarında ezilmiş işçi bedenlerdi onlar. Böylece anlıyordum, ne self-oryantalizm ne ırkçılıktı Avrupa Türklerine bakış açısını şekillendiren. Fark ediyordum ki, bu bir ırkçılık değil, ırkçılık maskesinin altındaki sınıfçılıktı. Ve bunu anladığımda Türkiye’deki bir tanıdığımız vasıtasıyla ulaştığımız, beni Viyana’daki ilk günümde havaalanından alıp yurduma bırakan gurbetçi gence söylediğim cümleden utanacaktım. “Ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz, hiç gurbetçiye benzemiyorsunuz”.

Özelde gurbetçi genelde Türk nefretine sebep olan toplumsal yapıyı artık daha rahat görebiliriz. Hiç kimsenin alt sınıftan insanlara tahammülü kalmadığı ve alt sınıfa dair en ufak çağrışıma tahammül göstermediği, herkesin hâkim olabildiği kadarıyla burjuva ethosunu ve habitusunu güzellediği bu ortamda Türkoların uğradığı şeyin, Türk kültürüne atfedilen her kötü özelliğin aslında sınıfçılık olduğunu ayırt edebiliriz.  Bu sınıfçılık ne yazık ki yalnızca Avrupalı Türk göçmenlere karşı alınmış bir tavır olma özelliğini göstermiyor. Ülkede son yıllarda gittikçe popülerlik kazanan ve sınıfsal çağrışımı oldukça yoğun olan “Anadolu çomarı” tabirinin arkasındaki toplumsal refleks Türkofobinin toplumsal zemininden hiç de farklı değil. Bizler, yönünü Batı’ya dönmüş eğitimli orta sınıf tabiri caizse paltosundan çıktığımız Anadolu halkını, bozkırın imkansızlıklarının getirdiği kültürel sermaye yoksunluğunu, birkaç kuşak üstümüzü, anne-babalarımızın oturduğu yer sofralarını ve anneannelerimizin yufka ekmeğini, belki birçokları gibi onları köylü tabiriyle baştan aşağılamasak bile, beğenmiyor, sınıfçılık söylemini ırkçılık sosuyla harmanlıyor, Batı’nın sofralarında afiyetle yiyoruz. Her “hiç Türk’e benzemiyorsun” sözü zorumuza gittiğinde, belki de boğazımızda kalan sınıfçılık lokmasını iyi çiğnemediğimizi fark ediyoruz. Türk’ün Türk’e sınıfçılık yaptığı bir toplumsal düzlemde Avrupalı’nın ırkçılıklarına milli bir utanç ile boyun eğiyoruz.

Öyleyse ben sözlerimi bitirirken sizleri içinde bulunduğumuz beyaz Türklük rüyasından uyanmaya davet ediyorum. Üçüncü dünyacı bir çağrışımdan kaçınarak sizlere hiçbirimizin sandığımız kadar beyaz olmadığını hatırlatmak istiyorum. Kapitalist ideolojinin gerçekliği bir kamera lensi gibi tersine çeviren illüzyonunu Filistinli direnişçi bir çocuğun sapanıyla kırmak istiyorum. Sömürgecilik sonrası neoliberal düzende ister orta sınıf bir beyaz yakalı ister işçi sınıfı, ister gurbetçi ister Türkiye Türk’ü hepimiz siyahız. Beyaz Türk’e öykünmeler artık geride kalmalı, bizler siyahiyiz. Unutmamamız gereken şey ise siyahın ne kadar güzel olduğu.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir