İnsan Hakları Dediysek…

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 6 dakikadır.

Yazılarımda adım adım değerlendirdiğim şeyleri şimdi erkenden yazacağım zira Gazze’de yaşanan soykırım ve karşısındaki melun tutumlar beni buna itiyor. İnsanlarımızın (İslamcılığa, AKP’ye ya da her neye karşıysa hınçla) İsrail yanında yer almasını anlamlandıramıyorum. Başlarda siyonist propagandaya kanmış olanlar olabilir ancak bunun da tesirinin geçmesi gerekirdi. Yapılan yorumlarda şarkiyatçılığın, sömürgeciliğin, iktidar ilişkilerinin anlaşılmadığı, 75 yıllık işgal ve tecavüzlerle dolu bu ağır çekim soykırımın tarihinin bilinmediğini görebiliyoruz. Bu da beni böyle rezil tavır alışlar karşısında dehşete düştüğüm için hüsnüzan edip bunların cehaletten, yıllara yayılan “Batı’nın Doğu sömürüsünü” doğal ve gerekli zannetmekten ileri geldiğini düşünmeye itiyor. Bu bağlamda da kararlarımızı etkilemesi gerektiğini düşündüğüm üç tarihi süreç var. Bunlar birlikte ilerleyen, birbirine geçmiş şekilde hatta ayırt edilmesi sadece metodolojik olabilecek süreçlerdir: Şarkiyatçılık, Şark Sorunu ve Batılılaşamama süreçleridir. Batı’nın sömürgeciliği, kendisine düşman gördüklerini insanlıktan çıkarması ve savunup yaşatıyor göründüğü değerlere ihaneti bunlar anlaşılırsa daha iyi anlaşılacaktır.

Şarkiyatçılık ya da Oryantalizm önceleri “Doğu” ile ilgili bilgi üretiminin genel adı, giderek bilimselleşerek üniversitelerde şimdinin bölge çalışmaları gibi bir saha halini aldı ve iyice bilimsel bir hale bürünmüştü. Edward Said surda küçük, entelektüel ve mukaddes bir gedik açana kadar da birçok saygın kurumda varlığını sürdürdü. Nitekim Şarkiyatçılık eseri post-kolonyalizm literatürünün yapı taşlarındandır. “Batı ve Doğu” arasındaki iktidar ilişkisinin kuruluşu ve “Doğu’nun” kendi adına konuşma hakkı tanınmaksızın söylemsel inşası sürecini anlatır. Bilim ve aydınlar bu sömürünün araçlarıdır, her şey gibi güç ilişkileri içinde incelenmelidir. Said burada Napolyon’un Mısır işgali ve bununla başlayan bilgi üretimini dönüm noktası sayar. Yeni kıtaları fethedip halkları köleleştirirken bir yandan bu işgali meşrulaştıracak zihni yapının temellerini atılmaktadır ve sonuçta yenilen Doğulular doğal olarak (!) aşağıdadır ve kendi adına konuşma hakkını kaybetmiştir. Doğu despotluğun, keyfiliğin, kirin, şehvetin, tembelliğin, cehaletin vesair kötülüklerin mekanı, “Batı” da doğal olarak bunların tam karşıtı olarak anılmaktadır. Bugün dahi kamusal aydınların ve birçok insanımızın ağzındaki Doğu-Batı zırvalarında görülebilecek bu zıtlıklar aslında bir sömürü ilişkisinin meşrulaştırma araçlarıdır. Hegemonik oldukları için herkesin dilinde zaten var olan ve varlığı gerekliymiş gibidir. Teknolojik üstünlük, bilimsel ve entelektüel söylemle kurulan iktidar o kadar kuvvetlidir ki bunun ceremesini çeken “biz, Doğulular” bile bunu benimseyip bu kalıplarla konuşmakta, onları canhıraş savunmaktayızdır. Bu da hegemonyanın doğal bir özelliğidir, kendisinden olumsuz etkilenenler bile onun kalıplarıyla düşünür, iktidar ilişkilerindeki rolünü özümser ve buna itiraz edenlerden rahatsızlık duyarak onlara rollerini hatırlatır. Bu  kısımla ilgili bir hatırlatma yapmamız gerekirse Batı’nın bu dönemde gördüğü ve kendisini karşısında kurduğu hemen her şey “Türk” idi. Bizimkilerin her gavura Frenk demesi gibi Türk soylardan bir soy ya da bir dili konuşanların ötesinde, İslam ve müslüman anlamlarına gelen bir çatıydı. Ayrıca ilk karşılaşılan ve Batı kapılarındaki tehdit de Türkler idi.

Bir diğer başlık Şark Sorunu. 19. asrın başlarında aslında dağılsa dağılır durumdaki bir imparatorluğun akıbeti ve onun elinde olmaması gereken (!) şeylerin kime devredileceği büyük bir problem olarak Batılının kafasını kurcalıyordu. Bu mesele pek bilinmiyor ve ciddiyeti anlaşılmıyor. Milli Eğitim’de hatırladığım kadarıyla bu bir paylaşım sorunundan ibaret anlatılıyordu. Şimdilerde anlatılıyor mu ya da önceden anlatılır mıydı bilemiyorum. Batı medeniyetinin, kendi kökleri olduğuna inandığı Yunan topraklarını ve halkını sömüren, onlara zulmeden Türklerden kurtulmaları için Yunan isyanına verdikleri destek de malumunuzdur. Kendisinin bir parçası olmadığı çok belli olan Türkler karşısında, Napolyon sonrası kurulan Avrupa Uyumu düzenini bozmamak adına, bir denge politikası güdüldü. Bu Türkler de kendini yaşatır, saldırılara direnir hale gelsinler bakalım diyerek kısmen kollanan Türk imparatorluğu, sömürgeci güçlerin karar verene kadar ertelediği bir sorundan fazlası değildi. Nitekim bu saadet asrı da çok uzun sürmedi, Türkler sık sık bu denge politikası güdenlerin desteklediği isyanlarda toprak kaybetti. En sonunda kimse imparatorluğun daha fazla yaşamasına gerek görmeyince barbar Türklerin katlettiği masum Bulgar Hristiyanlar propagandasıyla Batı kamuoyunun giderek aleyhimize dönen hükmü sabitlendi. Rus Harbi sırasında yanımıza dengeleyecek bir kuvvet bulamadık. Devlet adamlarımız ve aydınlar da çözümü, cevaplara başka siyasi akımları da dahil ederek aramaya başladılar. Bu Şark Meselesi ismi yukarıdaki Oryantalizm bahsini doğrular şekilde bizde de Şark Meselesi olarak anıldı, oysa bu kavramlar tarafsız olsaydı bizim bizle ilgili bir meselemiz, ayrıca bir Batı meselemiz olurdu. Doğu sadece İran sınırı problemleri olarak anılırdı. İşte bu Şarklılık lekesiyle devletin yaşatılmasını ve tekrar düşmanlarıyla boy ölçüşebilir olmasını arzulayanlar çareyi Batılıların neyi farklı yaparak başarılı olduklarını aramakta buldular. II. Mahmut ve onun döneminin hazırlayıcısı III. Selim reformlarından başlanılarak Batı’da olup bizde olmayan kurum ve tekniklere odaklanıldı. Mühendishanelerden çeviri ofislerine, Danıştay’dan anayasa yapımına birçok yenilik bunun sonuçlarıydı. Bugün bile anayasa bir değişse tüm sorunlarımız bitecekmiş zannıyla yürütülen tartışmaların en eski örnekleri Genç Osmanlıların Anayasa bir ilan edilse Batılılar bizi kendinden sayacak sanrılarında görülebilir. Bittabii hakkı teslim etmek adına söylemek gerekir ki bunlar o dönemde karşılaşılan meydan okumalar karşısında devlet adamları ve aydınların verdikleri cevaplardı, hatasıyla sevabıyla bizi bugünlere getirdi. Bu bağlamda benim gibilerin artık bazı şeyleri farklı düşünmek ve yapmak gerekiyor diye düşünmelerinin bile kaynağı bu tecrübelerdir.

Burada son başlık diğerleriyle iç içe geçen Batılılaşma meselesidir. Yıllardır devam eden ve bir türlü sonu gelmeyen Batılılaşma, muasır medeniyetler seviyesine ulaşma sorunumuz aslında yukarıdakiler anlaşılmadan tam anlamıyla konuşulamaz. Kıyafetimizi değiştirdiğimizde, tarihimizi yeniden yazdığımızda, anayasalar yaptığımızda, küresel işbirliği platformlarının parçası haline geldiğimizde, AB uyum süreçlerinde bir türlü onlar gibi olamadık. Zaten zımnen bizi Batı karşısında sürekli takipçi, ikincil konumdaki millet kılan bu modernleşme çabasında biz Batılı olduysak da karşı tarafın bizi böyle görmediği biliniyor. Sürekli bir şeye benzemeye çalışan ama onun ilerlemesine mani olamayanların hep takipte kalacağı anlaşılabiliyordur. Nitekim sömürgecilik ve hegemonya iyi anlaşılırsa Batı’nın biz olmamak üzere kendini kurduğu, Dünya’nın bu bucağındakilere meydan okuyarak ortaya çıktığı anlaşılmaya başlar diye düşünüyorum, üstteki kısımdan fikrimin köklerine dair izlenimleriniz oluşmuştur. Bize Batı’yı takibe mecburmuşuz, kapitalist burjuva ekonomisinden başka yol yokmuş gibi konuşan dostlarımız hem neden Batılılaşamadığımızı hem de Batı’nın içinde bulunduğu bu çelişkili durumu açıklamalılardır. Bu modernleşme ya da Batılılaşma sürecinde birçok işe yarar kurum ve teknik elde etmiş olsak da bu işlevselciliğin ilerisinde artık Batı hegemonyasının ötesini konuşmak zorundayız. Zira hakim ölçütler ve söylemler bize sorunlarımızı çözmekte fayda sağlamıyor. Mesela insan hakları denilince bizim insandan sayılmadığımız ortada. Her yere sinmiş Oryantalizmin bir diğer örneği de Ukrayna savaşı başladığında “bu ölenler de bizim gibi sarışın, mavi gözlü insan, inanılmaz!” diyen Batılı muhabirlerin ağzından dökülüvermişti. Bugün de Gazze’de sivil kayıpları, “e olur o kadar, terörle mücadele var” denilerek, hatta çoğunlukla Gazzeliler ve müslümanlar insandışılaştırılarak normal sayılıyor. Bunun şimdi başımıza gelmemesi, yarın başımıza gelmeyeceği anlamına da gelmiyor. Bu bağlamda Filistin meselesi sömürgeleştirilmişlerin ve biz sömürgeleştirilme tehlikesi atlatanların (ki ekonomik ve ideolojik olarak sömürgeleştirildik) ortak meselesidir. İster onların silahlarıyla, bu evrensel değerler ve demokrasi diliyle ister kendi sesimizi arayarak bu düzene meydan okumak gerekiyor. Ben ikincisinden yanayım.

Şarkiyatçılık ve post-kolonyalizme dair dersler yapmayı düşündüğüm için bu yazıda literatür kısmını zayıf bırakarak ilerledim. Bu kısaltmanın indirgemeciliğinin bağışlanmasını umarım. Türk Modernleşmesi anlatılarının, haklı olarak, II. Mahmut’a veya III. Selim’e dayanması Batılılaşma çabalarımız, Şarkiyatçılık ve Şark Sorunu başlıklarının iç içe geçtiğini de gösterir. Başta söylediğim üzere bunlar birlikte yürüyen, sadece yöntem açısından birbirinden ayrı anabileceğimiz şeylerdir. Sonuç olarak bu haliyle mesele bir alternatif hegemonyayı arayış, Türklerin var oluşunun biraz farklı anlamlar içermesidir. Benim baktığım yerden tüm bu şarkiyatçılık sayesinde kurulan sömürü ilişkisi, Şark Sorununun muhatabı sıfatıyla bizler, Batı’nın Doğuluyu öldürmekteki rahatlığı ve Batılı yönetimlerin iki yüzlülüğü, yıllardır İslam coğrafyasındaki katliamların gösterdiği üzere hegemonyanın müsaade ettiği yere kadar var olabilmemiz bizim için kurucu meseleler olmalıdır. Türk bizzat Batı’nın kendini kurarken kullandığı “öteki” ve sürekli ensesinde hissettiği tehdidin genel adıdır. Bu karşıtlık ilişkisinde kendimize biçilen gömlekleri yırtıp atmak, kendi medeniyetimizi kaynakları ve Batılılaşma tecrübemizi de hesaba katarak yeni ve alternatif bir yola insanları davet etmek mümkündür. Türkler kısmına katılmasa da “Batı” hegemonyasından ve iki yüzlülükten muzdarip insanlar, sermayedarların ve Batılı rejimlerin ezasını görenler bakımından Gazze, Rio de Janeiro, Nairobi veya Ankara arasında pek fark yoktur. En azından uzlaşılabilir bir saha olarak mevcut düzenden rahatsızlığımızla bu bizi insandan bile saymayan düzen karşısında bir adalet ve eşitlik çağrısına sarılabiliriz. Bizi ayrıştıran unsurların ötesinde uğradığımız haksızlığı problematik edinebiliriz. Hem belki bizim “Türklerin” problematik karşısındaki teklifi kabul edilir, belli mi olur?

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir