Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 2 dakikadır.
Sıklığı gittikçe azalsa da, küçüklüğümden beri yaşadığım bir hâl var. Bazen uykudan uyandığımda, her şey henüz varlık kazanmış gibi hissederim. Bedenim dâhil olmak üzere, bütün nesneler bana yabancı görünür. Vücuduma ve etrafa garipseyerek bakınırım.
İnsanoğlu, isimlendirmekte mahir… Meğer jamais vu diyorlarmış buna, büyüyünce öğrendim. İnsanoğlu, sebeplendirmekte de mahir… Üzerinde çalışılmış, bir yığın bilimsel izah getirilmiş. İsim takmak ve sebep bulmak… Şeylere hükmettiğini zannederek kendini güvende saymanın en kestirme yolu!
Şimdi, jamais vu anına geri dönelim.
Neredeyim ben? Nedir bu olan-biten? Bu gördüklerim, duyduklarım, dokunduklarım, koklayıp tattıklarım ne? Gören, duyan, dokunan, koklayıp tadan kim?
Dış dünyanın varlığına tek delil, sürekli yanılıp duran duyularım… Bilim yaparken nihayet yine duyulara dayanıyorum. Laf aramızda, bilimin de tek alâmet-i farikası yanılıp durmak, yanlışlanabilir olmak değil mi zaten?
Descartes nâm zâtı -eğer öyle biri varsa- takip edelim. Emin olabileceğim tek şey, emin olamama hâlim gibi görünüyor. Yazdığım soruların ekrandaki görüntüsü, ekran, klavye, tuşlar, parmaklarım, beynim mevcut olmayabilir; ama bu soruları sorduğum muhakkak…
İşte burada yollarımız ayrılıyor. Descartes Efendi, ilk anda düşülen solipsizmin verdiği dehşetten olsa gerek, ontolojik kanıta sarılıyor. Sonra ver elini düalizm…
Ontolojik kanıt beni hiç tatmin etmiyor. Kant’ı da etmemiş. Merak eden Kritik der reinen Vernunft’u okuyuversin.
Ne var ki, Kant da beni tatmin etmekten uzak… Varlık meselesini bir kenara atmak, numen’den yüz çevirip yalnızca fenomen’in bilgisiyle meşgul olmak, topu taca atmak gibi geliyor bana.
Neyse…
Şu cogito durağında korkmadan ve sahte tanrılar yaratmadan biraz bekleyince, başlangıçta ilgi uyandıran dış dünyanın varlığı sorununun, hatta bu soruna yol açan iç-dış (daha irfanî bir söyleyişle enfüs-âfâk diyelim) ayrımının zannettiğimiz kadar önemli olmadığı ortaya çıkar.
Eğer bir dış dünya yoksa bütün bu olan-biten, ben’de olup-bitiyordur. Öz varlığına dahi yalnızca varlığından duyduğu şüpheye tutunarak kanaat getirebilen ben, olanca rengi ve çeşitliliğiyle bütün bu duyumların mübdisi ve mucidi olabilir mi? Şu hâlde buzdağının görünen kısmındaki ben’i de ihtiva ve ihata eden bir Ben’in mevcudiyetini kabul etmek gerekir. Böyle bir Ben’den ben’in nasibi ise, en fazla Ben eksi ben kadardır. Yani ben, doğrulup etrafına baktığında Ben’i değil, ben’den gayrısını (buzdağının geri kalan kısmını) görebilecektir. Bu ise günlük dilde dış dünya denilenden başka bir şey olmayacaktır.
Evet, dış dünyanın varlığı sorunu, sanıldığı kadar mühim değildir. Fakat bu sorun üzerinde durmak, işlevsiz de değildir. Zira dış dünyanın varlığı sorunu üzerinde durmak, bize duyuların acziyetini hatırlatacağı için, numen karşısında mütevazı olmamızı sağlar. Ayrıca bütün varlığı beş duyunun algıladıklarıyla (düalistlerin madde dedikleri şeyle) sınırlayan başka bir tür monizmi de reddetme imkânı verir.
Varlık vardır, birdir, Hakk’tır ve ben’den yahut dış dünyadan ibaret değildir.
“Cette vie d’ici-bas n’est qu’amusement et jeu. La Demeure de l’au-delà est assurément la vraie vie. S’ils savaient!”
Je crois que le message de cette citation est très pertinent. Elle correspond d’ailleurs au texte en question.