Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.
Olağan gündemimiz seçimlerken bir de üzerine tez konumu da ilgilendirdiği için Anayasa, siyasi partiler ve seçimler üçgeninden kaçamıyorum. Önümüzdeki yerel seçimlerin son genel seçimin bir rövanşına dönüştürülmesiyle yerel problemler gündemimizden bir hayli uzaklaştı. Oysa benim sokak köpekleri, çöp ve koku sorunu, ulaşım güçlükleri gibi basit ve yerel çözümleri olması gereken taleplerim vardı. Tabii, genelleşmiş yerel seçimlerin yanında bir de çıkarılan krizlere bakarak yeni bir Anayasa referandumuna gideceğimizi iddia etsek ne yalan söylemiş oluruz ne de bir kimseyi şaşırtırız. Türklerin 150 yılı aşkın süredir anayasaya “deus ex machina” muamelesi yapması bir başka yazının konusu olsun. Bugün yerel ve genel seçimlerde adayların bize, halka karşı gamsızlık ve hatta nankörlüğünden bahsedelim.
20. asrın başında Ostrogorski “ülkenin sesi konuştu, kimse tam olarak ne dediğini bilmiyordu” demişti. Sonrasında da değişen bir şey olmadı. Son seçimlerde de sonuçlar az çok belli olduktan sonra birçok çağdaş müfessir devreye girdi. Herkese seçmen uyarılarda bulunmuş. Kimisine dayatmacılığı sevmeyiz demiş kimisine de sen de dikkat et bizi cepte görme demiş vs. çeşitli açıklamalar bulunabilir. Hepsi sonuç ortaya çıkınca, işimize hangisi geliyorsa, kulağımız neyi duymak istiyorsa onu duyduğumuz birtakım fasaryalar. Türk siyasetinin yapısal sorunlarıysa her zaman kamu önündeki tartışmalarda göz ardı edilir.
Sosyal medya linci (çoğu zaman Twitter, biraz Facebook’ta yerel teşkilat mensuplarının arkadaş listelerindekilerin paylaşımları demektir) ve seçimlerde ancak çok biriken bir öfkeyi belli belirsiz gösterebilen oy tercihleri dışında elitlere sesimizi duyurma şansımız yoktur. Böyle olunca da sisler içinde deniz feneri işlevi gören yüce aydınlarımızın ve parti yetkililerinin ağzına bakmak, verilen mesajları öğrenmek zorundayızdır. Bir mesaj verme niyeti taşıyorsak da o mesajın anlaşılıp anlaşılmadığını da ancak onlardan duyabiliriz. Hatta öyle bir tablo çıkar ki biz kendi mesajımızın genelden ayrıştığını, asıl mesajın başka bir şey olduğunu kabullenmek zorunda kalırız.
Eyleme katılmayan, katılacağı eylemin sürekli birilerine yarayacağı korkusundan baygınlıklar geçiren, sivil toplumu gizli ellerin kontrol ettiğine inanan Türkler için üstteki iki araç dışında pek alternatif yoktur. Sivil toplum sivilliği işin felsefesi ve bilimi veçhesinden hayli sorunludur. Partilere katılıp aktif görev alan da azdır. Hoş, alsalar dahi ellerinden bir şey gelmez zira partiler genel başkan ve genel merkez sultası altındadır. Siyasi partiler kanunu (SPK) bu gücün başlıca sebeplerindendir. Siyasetle bu kısıtlı ilginin dışında kalabalık kitleleri yönlendiren “dindarlar buna oy vermezseniz şunlar gelir”, “laiklik biraz umurunuzdaysa bize oy vereceksiniz” ikilemi zaten seçimlerin ana gündemidir. Buna bir de İslamcının hak yolu, milliyetçiliğin adresi, Alevilerin tek kapısı, Kürtlerin partisi ile parsellenmiş oylar eklenir. Burada seçmen birey değil adeta kimlikleriyle bir mahkumdur. Bu mahkumların cepte görülen oylarına yaslanılarak siyaset yapanlar da çok konforludur.
Bu dışarıdan baktığımız ve içine seslenmeye çalıştığımız yapıların bir de içi vardır. Parti içinde birbiriyle uyumlu çalışan, amaçları doğrultusunda yönetimi ele geçirmeyi ya da yönetimi yönlendirmeyi çalışan hizip ya da klik denilen gruplar vardır. İşte bunlar seçmende karşılığı olan, belli talepleri yansıtan gruplardır. Oysa bu gruplardan biri diğerine tam üstünlük sağlar ve diğerlerine parti yönetimine gidecek yolları kapatmayı başarabilirse son genel seçimlerde yaşadığımız gibi bir durum ortaya çıkar. CHP’yi ele geçiren, kabile ve din bağları güçlü hiziple onların “öfkede ortak” hizipleri birleşip aday dayattılar ve bir genel seçime mal oldular. Burada hiziplere odaklandığımız için böyle diyoruz yoksa zamanında tedbir almayan ve verilen rüşvetler karşılığında tercihler yapan sağ elitin suçunu da ihmal etmiyoruz.
Partiler olmasa hayat daha kolay olurdu demek de mümkün görünmüyor. Schattschneider’in siyasi partilerin demokrasiyi yarattığı ve modern demokrasinin partilersiz olamayacağı tespiti yerli yerinde duruyor. Bağımsız adaylar bazen yerel seçimlerde kendilerini gösterse de artık adları anılmıyor. Genel seçimlerdeyse bir siyasi harekete ve onun organizasyonuna dayanmadan seçilen bir vekil adeta mucize gibi bir şeydir. Henüz partisiz bir sistem icat edemediğimiz gibi buna hiç ihtiyacımız da olmayabilir. Yeni bir kanun partileri daha şeffaf olmaya ve aday belirleme gibi en kritik işlemi demokratikleştirmeye zorlayabilir. Burada bir açmaz var; partileri demokratikleştirmesi gerekenler yine partiler ve hatta mecliste bulunan partiler. Bizzat parti genel merkezlerinin güçlerinden vazgeçmelerini talep ediyoruz. Sistem içinde zaten bulunan partilerden böyle bir şey beklemek pek akıllıca değil. Sanırım böyle bir vaadi olan yeni bir güce ihtiyacımız var.
SPK değişse dahi parti merkezinin gücünün kırılması için atılacak her adım daha sonra yeni taktiklerle aşılabilir, demokratikleştirmeye çalışırken yerel ve ulusal zenginlerin manipülasyonuna daha açık bir parti sistemi elinizde patlayabilir. Mesela anayasa yapılacak deniyor. İster sıfırdan yapılsın ister köklü değişikliklere gidilsin yine “şeylerin” aslını görebilen iktidar ve muhalefet partileriyle pek sıkı fıkı yüce isimler, müfessirler peydah olacak bizim taleplerimizin ne olduğunu bize anlatacaklar, bizim ne isteyip istemediğimizi parasını patronların verdiği kanallarla bize söyleyecekler. Seçmenler kendine en yakın bulduğu siyasi partinin pazarlıklarını veya “olduğu kadar” müdahalelerini izleyecekler. Oysa ülkenin temel kanunu değişirken hepimizin sesi duyulsa, seçkinler arası pazarlığının ve dayatmanın ötesinde içimize sinen bir anayasa yapılsa çıkan sonuç daha meşru ve tatmin edici görülecektir.
Yeni bir kanunla partilerimiz daha demokratikleştirilse dahi bunu korumak ve etkili kılabilmek için iş yine seçmene kalıyor. Kamusal tartışmanın yaratılması, hesap sorma mekanizmalarının işletilmesi, hak mücadeleleri ve hepsini başlatacak şuur maalesef (!) demokrasinin bir gereği. Hem oy kullanıp yarını şekillendirmek hem de seçimden seçime siyasetle ilgilenmek bir aldanma türü, böyle yapıyorsanız kullanılıyorsunuzdur. Bu aşamada aldanmayacak kadar akıllıysak sistemin araçlarını kullanıp onu ıslah etmek, bir araç kalmadıysa ihtiyaca cevap verecek bir şey icat etmek zorundayız. Bu sizi kızdırıyor veya yoruyorsa geleceğiniz hakkında söz sahibi olma hakkını size verenlere sövün, bana değil.
Sonuçta kısa vadede ilk talebimiz siyasi partiler kanunun değiştirilmesi olmalı. O zamana kadar sistemi en çok zorlayan uç partilere, biraz da eğlencesine, oy vermek dışında bir şey yapmak içimden gelmiyor. Bir yandan sivil toplum örgütlerine katılıp organizasyon yapılarına dair pratik sahibi olmak da siyasi katılımın alternatif yollarını güçlendirecek ve somut problemlerle yüzleşmemizi sağlayacaktır. Genel olarak günlük siyasetin tarafgirliğinin dışına çıkarak politikleşmeden zaten ilk yazımda bahsetmiştim. Seçme seçilme hakkının başımıza bu kadar iş açması belki sizin için azap gibidir. Belki bazen keşke sadece karpuz seçseydik diyorsunuzdur. İnanın usulünü bilip birkaç kez denedikten sonra karpuzda başarı oranınız çok yüksek olacaktır. Bedeli hemen ödediğiniz ve uğruna karpuz aldıklarınıza karşı sorumluluğunuz daha somut olduğu için çabuk bilinçlenmek gibi müspet yanları vardır mesela. Gelgelelim oyumuz ve aklımız, çıkarlarımız ve arzularımız, inançlarımız ve intikamlarımız var. Farkında olmamız, hesaba katmamız gereken çok fazla şey var.
*Yazının görseli yapay zekaya “Elf Yüksek Konseyi Orta Dünya’nın geleceğini tartışıyor” komutuyla yaptırılmış satirik bir görseldir.