Muhakemeye Övgü

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 2 dakikadır.

-“Bütün insanlar ölümlüdür.”

– “Sokrates, insandır.”

Yukarıdaki iki önermeyi art arda okuduğumuz an, içimizden “o hâlde Sokrates ölümlüdür” demeye meylederiz (hatta biz bunu demeye kalmadan zihnimiz neticeye çoktan ulaşır bile).

Hüküm vermenin, karşı konulması güç bir cazibesi vardır. Yeter ki öncüller verili olsun; evelallah, derhal yargıya varır, asar-keseriz.

İyi de, bütün insanlar ölümlü müdür? Sahi, ölüm nedir? Yahut şu insan dedikleri şey, gerçekten ne anlama gelir? Sokrates kimdir? Hangi özellikleri onu insan -ve nihayet ölümlü– kılar? Sokrates’in bu özelliklere sahip olduğunu nasıl bilebiliriz?

Asıl maharet, işte bu soruları sormak, başka bir deyişle muhakeme etmektir. Tokmağı vurup -moda tabirle- yargı dağıtmadan önce, şöyle bir durup düşünmektir. Hüküm vermenin kendimizi Tanrı gibi hissettiren çekiciliğine kapılmadan, verili öncülleri -içerdikleri kavramlarla birlikte- yeniden ele almak, didik didik etmektir.  

Usûl, esasa mukaddemdir. Günde iki kez doğruyu gösterme ihtimali, bozuk saate itibar kazandırmaz. Gerisinde muhakeme barındırmayan hükümler, muhtevalarından bağımsız olarak, sırf peşin verildiklerinden ötürü batıldır. Bozuk bir saatin hangi anlarda doğruyu gösterdiğini anlamak için dahi, çalışan başka saatlere ihtiyaç duyulur. Peşin hükümler de, yalnızca muhtemel / tesadüfi doğruluk değerlerini gösterebilmek için bile, etraflı muhakemelerin ürünü olan başka hükümlere muhtaçtır.

Mutlak şüphecilik, hüküm verme eyleminden büsbütün feragat etmeyi salık vermek itibarıyla, hüküm vermenin cazibesinden kurtulmuş ve muhakemenin ciddiyetini kavramış zihinlere, ilk bakışta tek çıkar (ve en kolay) yol gibi görünür. Ne var ki tabiat boşluk kaldırmaz. Hepimizi içine çeken günlük yaşam, koca bir vakum hâlinde, orada öylece akmaktadır. Hüküm verme yükünden kurtulduğunuza sevinirken; bir anda hayatınızın kim tarafından, hangi maksatla ve nasıl verildiğini bilmediğiniz hükümlerce şekillendirildiği gerçeğiyle baş başa kalabilirsiniz.

Muhakeme, hükme varmayı geciktirmekle beraber, nihayetinde bir hüküm vermek üzere yapılır. Şu hâlde muhakeme esnasında istihdam edilmesi gereken şüphe, mutlak değil, metodik şüphe olmalıdır. Böylece daha sağlıklı ve doğruya oldukça yakın, hatta bir süre doğru farz edilebilecek hükümler elde edilir. Muhakeme ürünü bir hükmün, alelâde hükümlerden farkı; dışarıdan bakan gözlerce denetlenebilir bir yöntem dâhilinde verilmesi ve ortaya çıkacak yeni veriler ışığında yanlışlanabilir olmasıdır.

Hukukta, gereken bütün usulî aşamalar tükendikten sonra varılan karar, kesin hüküm (jugement définitif) hâline gelir ve emr-i makzî (chose jugée) sayılır. Yani bu kararın artık hakikati yansıttığı kabul edilir. Fakat olağanüstü kanun yolları da her zaman açık bırakılır. Hükmün sıhhatini sarsacak olgular ortaya çıktığı takdirde, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin, iade-i muhakeme (yargılamanın yenilenmesi) imkânı tanınır.

Kanaatimce, düşünce hayatında da benzer bir tavır takınılmalıdır. Eldeki olanaklar çerçevesinde gereken çaba sarf edildikten, yani muhakeme yürütüldükten sonra hükme varmaktan ve varılan bu hükme –muvakkaten de olsa- hakikat payesi vermekten kaçınılmamalıdır. Gösterilen bu cesaret; öngörülebilirliğe duyduğumuz arzuyu büyük ölçüde tatmin edecek ve bizi ne idüğü belirsiz yabancı hükümlerin tabiiyetinden kurtaracaktır. Bununla birlikte, bir gün yeni hadiseler karşısında iade-i muhakeme yapmak mecburiyetinde kalınabileceği, hep hatırda tutulmalıdır. Çünkü hakikî hakikate gün be gün yaklaşmak, ancak daimî bir hata payı bırakmakla mümkün olacaktır.

İfrat ve tefritten (peşin hükümlerden ve mutlak şüphecilikten) uzak duranlara; hükümleri muhakeme eseri olanlara ve gerektiğinde iade-i muhakeme yapabilme olgunluğunu gösterenlere ne mutlu!

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir