Mukaddesatçı Tavır

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.

Araya giren devlet yazısından önce başladığım meseleye iki yazı daha ekleyip bir süre demlenmeye bırakacağım. Bu minvalde sağımızda çok sevilen mahalle alegorisiyle birbirine komşu mahallelere hitap etmeye devam edeceğim. Bu sefer tavır meselesine dikkat çekmek isterim. Bu da iki türlüdür, ilki bizim kendi içimizden gelen şekliyle genel tavrımız, ikincisi de öncekinden bağımsız olmayan diğerleriyle karşılaşmalarımızdaki tavrımız. Milliyetçi, muhafazakar, İslamcı ya da benim tercih ettiğim isimle mukaddesatçı kimseler katı ve çatışmacı davranışlardan uzak, milli ve manevi değerleri konusunda da özgüvenli olmalıdır. Mukaddesatçılık yaslandığı değerlere güveniyorsa dik durmalı, kapsayıcı, olgun ve mutedil hareket etmelidir. Kaynağını dinden, gelenekten, tarihten alan bir değerler kümesinden bahsediyoruz. Bu değerleri şekillendiren ögeler arasında İslam, tasavvuf, Türk tarihi, türlü savaş ve fetihleri, siyaset, türküler, coğrafya başta olmak üzere daha nice olgu ve olaylar vardır. Hem bu değerlerin bizi yönettiğini ve yönlendirdiğini, hak olduğunu, isabetli olduğunu, bunların saf ve temiz hâllerini “altın çağlarımızda” taşıdığımızı iddia edip hem de bugün bunlarla ilgili içimizde bir huzursuzluk varmış gibi davranmanın çelişkisi görülmelidir. Bu bağlamda otoktonluk iddiamıza yaraşır şekilde arkamıza yaslanmalı, dik durup, makul ve rahat konuşmalıyız. Bu ulvi tavırların hepsinin kaynakları zikredilen kaynaklardan bulunabilecektir. Beni rahatsız edip yazmaya iten süfli tavırlarsa zaten her yerde.

Kullandığımız sıfat değişebilir, alternatif tekliflerle gelinebilir. Aklımdaki “şeyi” iyi özetlediğini düşündüğüm için adına mukaddesatçılık dedim. İsterseniz başına milliyetçi ekleyip milliyetçi-mukaddesatçı diyelim fark etmez ancak mukaddesatçılığın doğrudan milliyetçiliği de içerdiğini düşünüyorum. Hadi diyelim sizce geçmişteki hâli içermesin, yeni mukaddesatçılığın (hatta Türkiye’de yeni ne gelişiyorsa onun) milliyetçilikle ilişkisi kurulmadan ortaya çıkabilecek gibi görünmüyor. Evvela (her ne kadar bu sav milliyetçi itirazlarla karşılaşsa da) milliyetçiliğin, milliyetçi dilin mevcut yükselişi sonrasında yeni şeylerin onunla kendini meşrulaştırması yaygın bir durum. Saniyen, meşrulaştırmanın da  ötesinde bu yeni “yerli ve milli” dil hegemonik bir güçte, hâliyle ortalıktaki diğer her şeyin o dili kullanması şaşılacak bir şey değil. Mesela bu yoğun millet ve milliyetçilik döneminde karşıt bir tavır da gayriihtiyari olarak bu dili kullanır ayrıca karşıtlığını inşa edebilmek için de bunlarla sert bir çatışmaya girmek zorundadır. Herkesin milliyetçiliğin üzerinde tepinmek için yarıştığı 10-15 yıl önceki zaman diliminde muhtemelen sadece alay ve tahkirle geçiştirilecek şeyler artık ciddi bir şekilde ölçülüp biçilmeli ve anlaşılmaya çalışılmalıdır.

Karşıtlar üzerinden ilerleyip başladığımız tavır meselesine de geri dönecek olursak millet ve milliyetçilik üzerinde hak iddia eden, bunları merkeze alarak konuşanların hepsini bir çuvala doldurup atmak hevesinde olanlar için işler çok kolay. Zira bizle aynı lügatçeyi kullanan birçok çıkarcı akbaba var. Her modanın takipçisi, her dönemin adamı bu akbabalar uzun süredir dindar ve milliyetçi bir profil çiziyorlar. Ahlaksız siyasetçiler, kalemşorlar, ihale canavarları, kadrolu belediye sanatçıları… saymakla bitmez birçok akbaba bizim hayatımızda merkezi rol oynayan değerler üzerinde fır dönüyor, onları parça pinçik ediyorlar. Karakterleri gereği de “leşten” geriye bir şey kalmadığında sıradaki hedeflerine ilerleyecekler. Haliyle bizle görünen bu kişileri gösterip bize vurması kolay oluyor. Biz de aynısını karşı taraf için yapabiliriz, zaten birçoğumuz da yapıyor. Bu ve benzeri kayıkçı kavgalarından yıldıysak, hakikati arıyor ve yurdumuz için bir şeyler yapmak istiyorsak bu anlamsız çatışma şeklinden uzak duralım derim.

İnsanlara anlatmakta en zorlandığım kısım sanırım iktidar ve muhalefetteki milliyetçi-mukaddesatçılar olarak pek farkımız olmadığı. Tabii kimse birilerinin cürmünü yüklenmek istemiyor, bu doğaldır. Benzerlik de orada değil zaten. Üzerinde hak iddia ettiğimiz, iddialarımıza kaynaklık eden şeylerin benzerliklerinin az buz olmadığını söylersem herhalde hakkımı teslim edersiniz. Bilhassa bu dönemde insanların yanlışları görüp irite oldukları, temsil edildiği iddia edilen değerlerle yanlışları kolayca ilişkilendirip eşleştirdiği bir ortamda gerçekten bozuklukların kaynağının bu değerler olduğunu düşünmüyorsak ısrarla ve yüksek sesle yanlışa yanlış denilmeli. Bozuklukların kaynağının bunlar olduğunu düşünüyorsanız zaten bu kısım sizin için değil, siz “diğer” olmuşsunuz bile. Bittabi eleştirirken gerekçeler yine yaslandığımız değerlerden verilip tutarlı bir anlatı inşa edilmelidir. Böyle bir ortamda yeni (ya da yeniden dirilen) her siyasi hareketin aslında çok dikkatli olması gerekir. Adımızı temiz tutmak için böyle çıkarcıların ve yanlış yoldakilerin eleştirisiyle, bizden gibi görünenlerin ifşasıyla başlayıp sonra “ötekilerle” karşılaşmalıyız.

Sonraki adımda da karşıtlarla karşılaşmalarımızda başta bahsettiğimiz yönteme dönülmeli. Mekanın sahibi bizsek saldırganlığa gerek kalmayacaktır, misafirperverlik de milletimizin çokça methedilen bir özelliğidir. Örnekler sunmaya gerek olmayacak şekilde biliniyor ki tarihten, kültürden, dilden, dinden referansla kendimizi, günümüzü ve geleceğimizi meşrulaştırıyoruz. Eğer bunlar fikir sokaklarında köpek gibi işaretleyip sonra gelene geçene hırladığımız köşeler değil de samimiyetle, insanca inandığımız değerlerse benzer veya karşıt görüşlerle makul ve mutedil karşılaşmalardan korkmaz hatta bunların bereket olacağını düşünebiliriz. Bu tavırlar hem köklerini Türk tarihinin hoşgörü ve ahlakından, hem de otoktonluk iddiamızdan kaynaklanmalı. Anlattıklarımdan pasifist olalım saldırılar karşısında eğilip bükülelim gibi bir anlam da çıkarılmasın. Tam tersine çatışmadan çekinmeyeceğimiz için tüm diğer ilişkilerimizde bunun bir rahatlığı davranışlarımıza tesir etmeli.

Aslında ilk olarak başlanılması gereken yere, durum tespitine biraz geç bir şekilde değinip geçeceğim: biz hayli kötü bir konumdayız. Yeraltı zenginliklerini yabancıların sömürdüğü, yer üstünde yabancıların mülk sahibi olduğu, tatil beldelerinde yabancıların tatil yapabildiği, sokaklarında vahşi hayvanların insan parçalayabildiği, sınırları kevgire dönmüş bir ülkedeyiz. Biz, bunları açıkça söyleyebildiğimize göre iktidarda olmayanlar olarak biz, çoktan kaybedilmiş bir savaştayız. İçi boşaltılmış değerlerin kendilerinde gördüğümüz kıymete hürmeten bir şeyler deniyoruz. Başkalarını bırakın bizden olanları bile ikna etmek zor. Yine de yurdumuz da eksilen millet bilincini diriltmek, aynı vatanı paylaştığımız her bireyle yeniden bağlar kurabilmek, günlük siyasetin tarafgirliğinden kurtulabilmek ama aynı zamanda doğru anlamıyla politikleşebilmek için bir şeyler yapmamız gerekiyor. Kendi adıma inandığım dine, mensubu olduğum millete, yaşadığım ve yaşatmaya çalıştığım değerlere güvenim tam, onun için mevziyi terk etmemeliyiz diyorum. Görelim mevla neyler!

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir