Neden 1921 Anayasası?

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 5 dakikadır.

Türkiye’de ne zaman anayasa tartışması açılsa, mutlaka 1921 Anayasası’na atıfta bulunulur. Fakat söz konusu Anayasa’ya yapılan göndermeler, çoğunlukla genel ve müphemdir. Yani 1921 Anayasası’nın “hangi yönden” örneklik değeri taşıdığı ve “nasıl” model alınabileceği açıkça ifade edilmez. Bu yazıda, 1921 Anayasası’nın özelliklerinden ve içeriğinden (düzenlediği ve düzenlemediği kimi konulardan) hareketle, ona yapılan vurguların olası etkilerine ve anlamlarına işaret edeceğim.

1921 Anayasası (orijinal ismiyle Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu), kendisini “fevkalâde yetkilere sahip” gören (Türkiye) Büyük Millet Meclisi tarafından, mevcut anayasal düzene (1876 Anayasası’na) uygunluk endişesi güdülmeksizin yapılmıştı. Hukuk diliyle konuşmak gerekirse, 1921 Anayasası’nı kabul eden TBMM, “aslî kurucu iktidar” pozisyonunda bulunuyordu. Ancak 1921 Anayasası’nın, yalnızca TBMM’nin üstlendiği rol sebebiyle vurgulandığını söylemek güç. (Çünkü 1924 Anayasası da yine TBMM tarafından, aslî kurucu iktidar sıfatıyla, yani “sıfırdanyapılmıştı. Üstelik 1921 Anayasası’ndan farklı olarak, ortada İstiklâl Harbi gibi “fevkalâde” bir durum da yoktu). Bununla birlikte, sebebinden bağımsız olarak, 1921 Anayasası vurgusunun, “günümüz TBMM’si de pekâlâ aslî kurucu iktidar gibi hareket edebilir” fikri lehinde bir etki doğuracağı açıktır.

Sadece bazı temel hususları düzenlemekle yetinen, hacim itibarıyla küçük anayasalara “çerçeve anayasa” denir. Toplam yirmi üç maddeden (ve bir madde-i münferideden) oluşan 1921 Anayasası, tarihimizdeki yegâne çerçeve anayasadır. Başka bir anayasa yerine 1921 Anayasası’na özellikle vurgu yapılması, son derece detaylı hükümler içeren mevcut 1982 Anayasası’nın (yahut “sıfırdan” yapılacak yeni anayasanın) daha kısa ve özlü kaleme alınması talebi olarak anlaşılabilir.

Alelâde kanunlarla aynı usûllere tabi olarak değiştirilebilen anayasalara “yumuşak anayasa” denir. 1921 Anayasası, tarihimizdeki tek yumuşak anayasadır. Şu hâlde, eski anayasalar arasında özellikle 1921 Anayasası’na atıf yapmanın, yürürlükteki 1982 Anayasası’nı “sertleştiren” (ilk üç maddenin değiştirilmesini yasaklayan ve anayasa değişikliklerini güçleştiren) hükümleri bertaraf etme isteğini yansıttığı da söylenebilir.

1921 Anayasası, diğer bütün Osmanlı-Türk anayasalarından farklı olarak, kuvvetler birliği esasına dayanan bir meclis hükûmeti sistemi (régime d’assemblée) öngörmüştü. Bu sistem, yürütme ve yargı işlevlerinin müstakil organlarca değil, doğrudan doğruya TBMM’nin dominasyonu altındaki makamlar marifetiyle yerine getirilmesini gerektiriyordu. O kadar ki, İkinci Meclis tarafından yapılan 1923 değişikliğine dek, bu sistemde ayrı bir “devlet başkanı” dahi yoktu. Şu hâlde “gerekçesiz” bir 1921 Anayasası vurgusunu, bütün kuvvetleri tekrar yasama organında birleştirme arzusu yahut “Cumhurbaşkanlığı makamını ortadan kaldırma düşüncesi şeklinde okumak da imkân dâhilindedir.    

1921 Anayasası’nın 2. maddesinde devletin dininin İslâm olduğu, 7. maddesinde ise şer’î hükümleri uygulama hakkının TBMM‘ye ait bulunduğu düzenlenmişti. Yani 1921 Anayasası, Fransız tipi sekülerizmi (lâiklik ilkesini) benimsememişti. Ancak, aşağıda tekrar değineceğim “millet egemenliği” esasını getirmesi ve hukukî tasarrufları dine uygunluk açısından denetleyecek (İran’daki velâyet-i fakih müessesesi gibi) bir merci ihdas etmemesi sebebiyle, 1921 Anayasası’nın “teokratik bir devlet” tasarladığı da söylenemez. Lâiklik açısından 1921 Anayasası, geçmişimizdeki tek örnek değildir. Zira benzer hükümler, 1876 Anayasası’nda ve 1924 Anayasası’nın ilk hâlinde de mevcuttur. Bununla birlikte, 1921 Anayasası vurgusunun, “Fransız tipi sekülerizmden uzaklaşma” düşüncesini destekleyici bir tesire sahip olduğu iddia edilebilir.

“Ulus devlet” ve “üniter devlet” esaslarının 1921 Anayasası’nda yer almadığına yönelik yaygın -fakat yanlış- bir kabul var. İşin ilginç tarafı, hem bu esasları savunan hem de bu esaslara muhalif olan kesimlerin aynı kabulü paylaşması. Hâlbuki 1921 Anayasası, henüz ilk maddesinde, egemenliğin kayıtsız şartsız “millete” ait olduğunu beyan etmişti. Bütün kamusal fonksiyonları kendisinde toplayan organı adlandırırken, “millet meclisi” tabirini kullanıyordu. TBMM üyelerinin seçildikleri vilâyeti değil, “bütün milleti” temsil ettiklerini belirtiyordu. 1921 Anayasası’na göre devletin tek bir resmî dili vardı; o da (1876 Anayasası’nda olduğu gibi) Türkçeydi. Yürütme ve yargı işlevi, ülkenin tamamı bakımından, tek bir merciin (TBMM’nin) inhisarındaydı. Bilindiği gibi, üniter olmayan devletlerde yasama, yürütme ve yargı organları birden fazladır. 1921 Anayasası ise, memleketin muhtelif kısımları için çok sayıda yasama, yürütme ve yargı organı yaratmak şöyle dursun; bunların “merkezde ayrılmasına” bile müsaade etmemişti. Sözün kısası, 1921 Anayasası’na göre Türkiye hudutları içerisinde müşterek dili Türkçe olan tek bir millet mevcuttu ve hukuk kuralları, bu egemen-milletin biricik mümessili addedilen merci (TBMM) eliyle konulup-uygulanacaktı.

Görüldüğü gibi 1921 Anayasası, ulus devlet ve üniter devlet esaslarını benimsemektedir. Öyleyse, aksi istikametteki “batıl inanç” nereden kaynaklanmaktadır? Kanaatimce bu durum, 1921 Anayasası’nda geçen bazı ifadelerin, idare hukuku terminolojisine hâkim olmayan kimselerce hatalı yorumlanmasından (veya anlaşılamamasından) ileri gelmektedir. Söz konusu yanlış kanaati gidermek için, öncelikle şunu ortaya koymak gerekir: Üniter devlet ve yerinden yönetim (adem-i merkeziyet), her hâlükârda birbirini nakzeden prensipler değildir. Örneğin Fransa’nın üniter bir devlet olduğu (hatta bu bakımdan birçok devlete model teşkil ettiği) herkesin malumudur. Bununla birlikte, mevcut 1958 (Beşinci Cumhuriyet) Anayasası’nın 1. maddesinde şu ifadeler, aynı fıkrada, yan yana yer alır: “Fransa, bölünmez (…) bir Cumhuriyettir. (…) İdari yapısı yerinden yönetim esasına dayanır”.

Hayatında bir kez idare hukuku kitabı okumuş olanlar bile, “yerinden yönetim” tabirinin, idarî anlamda kullanıldığında, üniter devlet ilkesiyle çelişmeyeceğini bilir. Çünkü bütün devletler, mahallî nitelik arz eden veya uzmanlık gerektiren hizmetleri hızlı ve etkin bir şekilde görecek birimlere ihtiyaç duyar. Bu birimlerin, hizmet sundukları yöre halkını temsil edecek organlara ve idarî özerkliğe (kendi başına hukukî sonuç doğurabilen işler yapabilme imkânına) sahip kılınması da, hemen her devlette gözlenen bir olgudur. Evet; özerklik (muhtariyet), yalnızca siyasî özerklik anlamına gelmez. Bilâkis idare hukukunda “özerklik (muhtariyet)” dendiğinde akla ilk olarak, “yürütme” alanında kalan bazı kamu hizmetlerinin, merkezî idare dışında; belediye, köy, üniversite veya baro gibi muhtelif kamu tüzel kişileri tarafından sunulması gelir. Her biri ayrı bütçeye sahip olan söz konusu kamu tüzel kişileri, kendi başlarına hukukî eylemler ve işlemler yapabilir. Fakat üniter bir devlette bunların hepsi, tek bir yasama organınca çıkarılan kanunlara, tek bir yargı organınca verilen kararlara ve merkezî idarenin idarî vesayet denetimine tabidir. Özerklik (muhtariyet) ifadesinin, “siyasî özerklik” şeklinde anlaşılabilmesi için, mevzubahis birimlerin, yasama ve yargı yetkileriyle de donatılmış olması gerekir.

1921 Anayasası’nın 10. maddesine göre Türkiye vilâyetlere, vilâyetler kazalara, kazalar da nahiyelere ayrılmıştır. Başlığı “idare” olan bu maddede, söz konusu taksimatın, coğrafi durum ve iktisadî ilişkiler bakımından yapılacağı ayrıca hükme bağlanmaktadır. Yani vilâyet, kaza ve nahiye; “siyasî” değil, “idarî” bölümlerdir. Bu bölümlerden vilâyet, hem merkezî idarenin taşra teşkilatına hem de bir mahallî idareye sahip iken, kaza yalnızca merkezî idarenin taşra teşkilatı birimi, nahiye ise sadece mahallî idare olarak kurgulanmıştır. 1921 Anayasası’nda mahallî idarelere, diğer anayasalara nazaran daha geniş yetkiler verildiği ve bu yetkilerin kullanılmasında söz konusu idarelerin seçimle gelen organlarına daha fazla öncelik tanındığı doğrudur. Fakat verilen bu yetkilerin, “idarî özerklik” sınırları içerisinde kaldığı ve “siyasî özerklik” düzeyine ulaşmadığı da bir o kadar doğrudur. Başka bir deyişle, yerinden yönetim açısından 1921 Anayasası ile diğer anayasalar arasında nitelikseldeğil, “niceliksel” bir fark vardır. Öyleyse, 1921 Anayasası’na yapılacak bir vurgu, “siyasî özerklik” tezini değil, belki ancak “yerel yönetimlerin idarî yetkilerinin ve yöre halkını temsiletme kabiliyetlerinin artırılması (yani idarî özerkliğin güçlendirilmesi) tezini desteklemeye elverişlidir.

Anayasa meselesi, Türkiye’nin gündemini daha uzun süre meşgul edecek gibi görünüyor. Bu süreçte muhtelif kesimlerin, söylem ve taleplerini “1921 Anayasası” göndermeleriyle bezeyeceğini tahmin etmek zor değil. Umarım yukarıda ulaştığım tespitler, yapılacak göndermelerin sıhhatini ve geçerliliğini ölçmek bakımından okuyuculara yardımcı olur.

İyi tartışmalar!   

Paylaş

0 thoughts on “Neden 1921 Anayasası?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir