Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 7 dakikadır.
Bir insan neden bir kimliği benimsemeyi ve o kimliği en azından hayatının bir bölümünde taşımayı tercih eder? Bu soruyu ara ara kendime sorar, üzerine düşünmeye çalışırım. Bu süreci belki de bu denli keyifli yapan şey de mezkur sorunun hayatımızda aslında tahmin ettiğimizden fazla etkisinin olması… Her bireyin taşıdığı kimlikleri düşününce ve bu kimlikler arasında bir öncelik sonralık ilişkisi kurunca insan gerçekten yaptığı zihinsel yolculuktan keyif alıyor.
Örneğin bir durun ve isteyerek benimsediğiniz veya iradeniz dışında size verilen kimlikleri bir düşünün, bunları bir sıralamaya tabii tutun. Bu yazıyı okuyabildiğinize göre büyük ihtimalle Türk’sünüz. İslam dinine mensup olduğunuzu da varsayabiliriz. Başka? Kendimden örnek vereyim; erkeğim, Aksaraylıyım, Çankaya sakiniyim, babam duymasın ama Ankaragüçlüyüm, TED Koleji ve Bilkent Üniversitesi mezunuyum, öncelik sıralamasında çok sonralara koysam da AYBÜ’de yüksek lisans yaptım ve Hacettepe’de doktora öğrencisiyim. Hayatımın bir bölümünde Ülkü Ocakları’na, bir bölümünde Türk Ocakları’na aidiyet hissetim, yani ocaklıyım. Çankırı Karatekin Üniversitesi’nde kadrolu bir akademisyenim. Çok daha dışarıdan bakan bir insana göre Avrupalı veya Ortadoğuluyum. Bir evladım, bir ağabeyim. Bana göre en önemlisi Türk milliyetçisiyim. Frankofon olmayı, Anayasa hukuku çalışmayı ve iştigal edilen hobilerle kazanılan kimlikleri de bu listeye dahil etmek elbette mümkün. Kısa bir süre düşünerek herkesin benimsediği veya kendine yüklenen kimlikleri tespit etmesi ve sınıflandırması mümkün.
Bir başkasının gözünde değiştiremeyeceğiniz, örneğin bir İsveçlinin sizi Ortadoğulu olarak tanımlaması veya ana babanızın size evlat rolü biçmesi gibi size verilen kimlikleri bir kenara bırakalım. Benimsediğimiz kimlikleri ele alalım. Bir insan niye Müslüman olur? Niye Ankaragüçlü olur örneğin? Niye mezunu olduğu okulların varlığını kendisini tanımlaması için bir veri haline getirir? Hepsinin toplumsal karşılık veya manevi haz gibi belli sebepleri var değil mi? Bu sebeplerin varlığı bu kimlikleri anlamlı hale getiren, kendimizi rasyonel bir biçimde tanımlamamıza fırsat veren şeyler sanıyorum.
Ortalama üstü bir zekaya sahip herhangi bir insan kendisine henüz çocukken yüklenmiş olsa bile sahip olduğu kimlikleri akıl baliğ olduğunda sorgular, benimser veya değişmesi mümkün olanları değiştirir. Altı yaşındayken beni Samsun’a şampiyonluk maçını deplasman tribününden izlemeye götüren babamın bana yüklemek istediği Fenerbahçelilik kimliğini ben böyle hayli geriye ittim örneğin. Böyle saçma örnek mi olur derseniz, ki haklı olabilirsiniz, çevrenizdeki muhafazakar ailelerin seküler çocuklarını veya İslamcı ailelerin kendisini Türk milliyetçisi olarak tanımlayan çocuklarını da örnek olarak alabilirsiniz. Zira aileleri çoğunlukla bu arkadaşlarımızı kendi değerlerine sahip olmak üzere yetiştirdiği halde çeşitli sorgulamalar veya süreçler sonucunda toplumsal-politik kimliklerini değiştiren insanlara gayet yaygın bir örnek bu durumlar. Peki ya Türk milliyetçiliği kimliği? Bir insan bu kimliği neden benimser? Biz neden benimsedik?
Türk toplumunda, sanıyorum ki bu bir kısmet işi, ülkücü anne veya babaya sahip olmak diye bir olgu var. Bu şansa sahip olanların, elbette biraz da latife yapıyorum, milli ve manevi değerlere gösterilen ihtimamla tanışması diğerlerine göre biraz daha erken oluyor sanki. Benim için böyle olmuştu. Bir insanın Türk milliyetçisi olması için bu durumun bir zaruret de yeterli de olmadığı aşikar. Peki, diğer insanlar kendilerini Türk milliyetçisi olarak tanımlamaya nasıl başlıyor? Lise öğrencisiyken sosyolojiye ve Türk modernleşmesine karşı geliştirdiği özel ilgiden ötürü bu alanlarda önemli görünen bütün yazarları okurken içlerinden en çok Ziya Gökalp’i, Akçura’yı veya Gaspıralı’yı fikren kendisine yakın hissettiği için Türk milliyetçisi olan kitlelerden de söz edemeyeceğimize göre, toplumda kendisini milliyetçi olarak adlandıran bu kadar insan niye türedi? Bir cevabınız var mı? Benim bir tahminim var ve maalesef bu tahmin Türk milliyetçileri açısından birçok hazin tespit içeriyor. Bu tespitleri yapabilmek ve sahip olduğum tahmini yazıya dökebilmek için sanıyorum ki filmi biraz geriye sarmak gerekiyor.
Milliyetçiliğin tehdit unsurları üzerine inşa edilmesi veya bu unsurların varlığı sayesinde güçlenmesi ne yeni ne Türkiye’ye ve Türk milliyetçiliğine has bir durum. Türk milliyetçiliği özelinde dahi yaygın anlatı devletin ve milletin zayıf düşmesine sebep olan gelişmelere tepki olarak Türkçülüğün ortaya çıktığı ve güçlendiği temelinde yükseliyor. 20. yüzyıl başlarında fikri faaliyetleri hayli zengin biçimde sürdüren ve bunun neticesinde, bir kısmı bir süre sonra tasfiye edilse de, Cumhuriyet’i kuran milliyetçi kadro, Türkçülüğü kurumsallaştıran ve üretken bir neşriyat faaliyeti yürüten ve neticesinde Irkçılık-Turancılık Davası’nda sanık olan aydınlar, 1970’lerde Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin işgal veya devrim tehdidiyle karş karşıya olduğuna inanarak bu ihtimali bertaraf etmek için teşkilatlanan Ülkücüler ve de 21. yüzyılın başlarında çözüm süreciyle, Annan Planı’yla, Fethullahçı kuşatma ve en sonunda düzensiz göç sorunuyla tehdit algıları son derece açık olan yeni nesil milliyetçiler… Bir çırpıda isimleri zikredilebilen bu dört kuşağın ortak noktaları milliyetçi reaksiyonlarını muhtelif tehditlere karşı vermeleri ve dönemleri içinde milliyetçi hareketi nispeten diğer dönemlerden güçlü hale getirmeye yönelik çabaları olarak belirlenebilir. Her bir kuşak muhtelif sebeplerle milli kimliklerini, milli kültürlerini, milli egemenlik veya istiklallerini tehdit altında gördüler ve moda deyimle milliyetçiliğe sarıldılar. Söylemek gerekir ki birçok durumda da haklılardı. Yüzleştikleri tehditler büyük, ürettikleri tepki kuvvetli ve etkiliydi. İnşa ettikleri milliyetçilik ve dolayısıyla benimsedikleri kimlikler genel itibariyle karşı karşıya oldukları tehditlerin kaynaklarına tepkiden doğuyordu. Tepkisel olmanın bir şartı olarak ötekiler barındırıyor, bu ötekilerle mücadele noktasında adımlar atılmasını kolaylaştırıyor ve bu kimliklerin içi bazen de bu mücadeleyi daha yaygın hale getirmek için pragmatist saiklerle dolduruluyordu. Bugün de yaşananın ihtiva ettiği tehdit unsuru ve öteki üzerinden inşa edilen kimlikler bakımından diğer üç kuşağın yaşadıklarına benzer olduğunu söyleyebiliriz.
Peki, 21. yüzyıl milliyetçiliğinin, özellikle son birkaç senedir yüzleştiğimiz biçiminin önceki kuşaklardan farkı ne? İşte sanıyorum ki, amiyane tabirle, film burada kopuyor. Klişeleşmiş bir kelime öbeğiyle cümleye başlamaktan pek haz etmesem de, sosyal medyanın hayatımıza girişiyle, milliyetçilerin ve milliyetçiliğimizin önceki kuşaklardan hayli farklılaştığını söylemek mümkün. Entelektüel anlamda daha yüzeysel, önceki kuşaklara nispetle çok daha tepkisel, daha az üretken ve daha korkak bir milliyetçilik kuşağını tecrübe etmekteyiz. Belki cahillik, belki korkaklık günümüz milliyetçilerinin önceki kuşaklara nazaran daha özgüvensiz olmasına sebep oluyor gibi duruyor. İlk kuşakların iddialarını, eserlerini ve mücadelelerini yeni nesille buluşturmak konusunda hayli başarısız olan kurumsallaşamama sürecini de bu sürecin en büyük etkenlerinden biri olarak dile getirmek gerekiyor sanırım. Türk milliyetçilerinin kurduğu binlerce sivil toplum kuruluşundan, yayımladığı yüzlerce dergi ve kitaptan, hayata geçirdiği entelektüel faaliyetlerden bugün hangisi yaşıyor? Üniversite talebelerinin fakültelerinde, yurtlarında, kıraathane veya dernek gibi sosyal mekanlarında tanıştıkları milliyetçilik fikrini bugün kimler veya hangi yapılar temsil ediyor? Üç beş nispeten ufak sivil toplum kuruluşu, birkaç eğitim programı ve bunların ulaşabildiği birkaç yüz talebe… Ne sendikal faaliyetleri ne yayınları ne teşkilatları ne de eğitimcileri/ akademisyenleri eskisi kadar etkili olan bir camia önceki kuşaklardan bugüne taşıyabildiğimiz. Bu boşluğu dolduran kimi isimsiz kimi vasıfsız sosyal medya kullanıcılarının yüklediği kuru, yüzeysel ve tepkisel bir milliyetçilik düşüncesi. Gençlerin en ilkel duygularına, korkularına ve bu korkulara bağlı olarak verecekleri tutarsız tepkilere hitap eden bu sosyal medya milliyetçiliğini önceki kuşakların mücadeleleriyle benzetmek mümkün mü?
Zira ilk kuşağın hasım olarak emperyalistleri ve onlara uyarak Türk’ün kendisine ve devletine ihanet edenleri, ikinci kuşağın devleti, sosyalizmi ve faşizmi, üçüncü kuşağın ise kapitalizmi, sosyalizmi ve Türkiye’de hayli başarılı şekilde örgütlenmiş devrimcileri seçtiğini düşününce bugünkü milliyetçiliğin hasmını, dürüst olmalıyım ki, acınası buluyorum. Afgan’ı, devleti paramparça olmuş Suriyelileri veya Türk milletinin bir parçası olan Kürtleri hasım olarak seçen bir milliyetçiliği ben kabul etmiyorum. Kürt’ün, Ermeni’nin veya Arap’ın ismini yazarken yıldızlayan, seçtiği düşmanlarıyla farkında olmadan kendi milletini tahkir eden, milli değer olarak Ordu ve Atatürk’ün yanına bir üçüncüsünü ekleyemeyen, tarihine, dinine ve kültürüne AKP muhalifliği sebebiyle mesafeli olan bir milliyetçilik, milliyetçilik midir Allah aşkına? Kendisine düşman olarak dönemin süper güçlerini, devleti yöneten zihniyeti veya Türkiye’de bir devrim planlayan güçleri seçen kuşaklar bugün yaşasaydı kimle mücadele ederlerdi? Kime taş atarlardı? Her gün yeni bir saçmalıkla toplumsal yaşamı dönüştürmeyi planlayan woke kapitalizmi, dünyanın süper güçlerini ve gönüllü olarak Avrupa’nın, Rusya’nın, Çin’in veya ABD’nin askerliğini yapmayı tercih eden yapılarla birlikte bir bütün olarak emperyalizmi seçmezler miydi?
Günümüzde mevcut bulunan tehditleri, cahilliklerinden faydalanmak suretiyle gençlerin ilkel dürtülerine hitap ederek; süper güçlere, fikir akımlarına veya kurumsal yapılara karşı değil de sıradan hatta vasat altı kültürel, sosyal ve ekonomik sermayeye sahip bireylere karşı silah olarak kullanan insanların yönlendirdiği kuru bir tepkiye milliyetçilik adı veriyorlar bugün. Oysa ne Türklük ne de onun kurduğu ve geliştirdiği medeniyetin savunusu anlamına gelen Türkçülük bu denli zayıf ötekiler üzerine inşa edilecek kadar kıymetsiz mefhumlar değil. İnsanların en ilkel dürtülerine, ötekiye karşı düşmanlığına, cahilce tepkilerine hitap etmeyle yetinen bir avam milliyetçiliğini Türklerde değil, Türk düşmanlığı ile milli kimliklerini inşa eden ve bu düşmanlıktan istifade etmek isteyen emperyalistlerin uşaklığını yapmakta bir beis görmeyenlerde aramak ve bulmak lazım. Bu sebeple Türk milliyetçiliğini böyle dar kalıplara hapseden insanlara tesadüf ettikçe hakikaten üzülüyorum. Bu dar kalıpların, milliyetçiliğin kendisini bulmasına ve yeniden yeşererek kurucu bir rol üstlenmesine engel olduğunu düşünüyorum.
Türk milleti, tarihte ürettiği insan merkezli medeniyetiyle, bu medeniyetin üretilmesine zihnî katkı sunduğu sanat eserleri ve ilmi düşünceyle, askeriyede, bürokraside ve adliyede ortaya koyduğu yenilikler ve ulaştığı her yere adalet ve refah götürmeye çalışan devletleriyle hususi bir konuma sahip bir millettir. Bu özellikleriyle de çağımızda geçerli olan bütün araçları en ideal ve kendisine en uygun şekilde kullanarak hem milletinin mensuplarına hem de dost ve akraba topluluklara refahı, barışı ve huzuru tesis etmeye muktedir bir topluluktur. Bu inançla, milletimizin tarihine, kültürüne, kurduğu medeniyete muhabbetle yaklaşan, çağın gerçeklerini bilerek düşmanını iyi seçen, ülküsünü, bu ülküye ulaşmak için kullanacağı metotları bilinçli bir şekilde tercih eden, özgüven sahibi ve kendisini en doğru materyalleri kullanarak diğerlerine anlatabilen bir kadronun, bencil bir tavırla sahiplendiği milletine ve ülkesine hayırlar getireceğini düşünüyorum. Türk milliyetçileri olarak da bu kadroyu adlandırıyorum. Belki saydığım özelliklere layık değilimdir, ancak kurulması iktiza eden kadronun tıpkı daha önceki kuşakların yapmaya gayret ettikleri gibi sanatçılardan, entelektüellerden ve bilim insanlarından müteşekkil milliyetçiliği inşa edeceğine inancım tamdır. İşte ben bu sebeplerden Türk milliyetçisiyim. Peki, siz?