Osmanlı Aydını Sendromu

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.

Bundan bir 150-200 yıl kadar önce yaşamış, takriben 1960 yıllarında son örneklerini gördüğümüz endemik bir canlı türü vardı: Osmanlı Aydını. Sayıları belki en fazla birkaç bin olan bu kimseler, çökmekte olan bir imparatorluğun son çırpınışlarında, dönemin en iyi okullarında okumuş, modern fikirleri tanımış, ülkenin içerisinde bulunduğu buhrandan çıkması için samimi bir şekilde “reçete yazmaya” çalışan kişilerdi. Pek öyle olmasa da, bu insanların bir dönem topluma mihmandarlık ettiği, yol yordam gösterdiği kabul ediliyordu. Gerçekte ise Osmanlı Aydını dönem dönem çeşitli şekillerde güç elde ederek toplumu bir yönde yönlendirmeye çalışıyor, bazen de başarıyordu.

Bu kişilerin ayırt edici birkaç özelliği vardı ki, bu özellikleri ile bugün içerisinde yaşadığımız zamanın aydınlarından çok keskin bir biçimde ayrılıyorlardı. Birincisi; bu kişilerin çoğu ya subaydı, değilse de yönetici sınıftandı. Bu da değilse bile, ülkenin eli kalem tutan azınlığı içerisinde bile gerek aldıkları eğitim gerekse yaşadıkları şehir ve semt itibarıyla creme de la creme bir zümreyi oluşturuyorlardı. Yani ya doğrudan doğruya ülke yönetiminde söz sahibi idiler ya da ülkeyi yönetmek için mecburen bu kişilere ihtiyaç duyuluyordu. Zira 19. Yüzyılın sonlarında topu topu bir avuç eğitimli insanınız varsa, bunların bir kısmını mutlaka hekim, hakim, mutasarrıf olarak çalıştırmak zorundasınızdır. Bu kişiler ile çok anlaşamasanız bile, elinizde bu kişileri tamamen dışlayabilecek ve yerlerine başkalarını görevlendirebilecek kadar sosyal sermayeniz bulunmamaktadır. Bazı görevlerin iyi ya da kötü yerine getirilebilmesi için değil, salt yerine getirilebilmesi için belli niteliklere sahip kişilere ihtiyaç vardır.

Özellikle sürekli savaşlar içerisinde geçen yıllarda mutlak surette nitelikli subaylara ihtiyacınız vardır. Bu sebeple hem subaylık böyle bir dönemde çok prestijlidir, hem de bu kişilerin kritik rolü dolayısıyla en yetenekli kişileri subay olarak istihdam etmek istersiniz. Üstelik, bir subayın emrinde silahlı belki binlerce kişi bulunmaktadır. Dolayısıyla yönetici sınıfa yakınlığından da bağımsız olarak kendi başına fiziki bir gücü kontrol etmektedir bu kişiler. Özellikle merkezi devletin bugüne kıyasla pek de etkin olamadığı, elindeki iletişim ve kontrol mekanizmalarının çok daha zayıf bulunduğu o yıllarda bu kuvvetin ne kadar kritik olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.

Bütün bu sebepler bir arada değerlendirildiğinde, bugünden farklı olarak Osmanlı Aydını ya bizzat yönetir, ya yönetene yakındır, ya da yöneteni bir şekilde zorlayabilecek bir güce sahiptir. Oysa bugün bir aydının yönetimde olması, yönetimi etkileyebilecek konumda olması veya yönetimi bir şeylere zorlayacak kuvvette bulunması pek de rastlanılır bir şey değildir. Yönetim üzerindeki etkisi, per capita, oldukça kısıtlıdır.

İkincisi; 19. Yüzyıl sonunda bir ülkenin meseleleri, yani Osmanlı Aydınının baş etmek zorunda olduğu meseleler, bugünkülere kıyasen çok daha yalındır. Bugün devlet yönetmek için sayıları milyonları bulan kanun, tebliğ, yönetmelik, genelge… ile düzenlenen sayısız girift mesele vardır. Bunların özel sektöre, vatandaşa, yabancılara etkilerini de düşündüğümüz zaman; bir ya da birkaç kişinin oturup bu işlerin tamamı üzerinde fikir yürütmesi imkansızdır. (Başka bir yazının konusu olmalı, ama yasama kurumu ve siyasi partiler de bugün yapıları itibarıyla son derece yetersiz kalmaktadır.) Oysa geçmiş zamanda temel birkaç konuyu karara bağladıktan sonra, birçok konuda herhangi bir teknik bilgi sahibi olmadan devlete bir istikamet verebilmek mümkündü. Dolayısıyla birkaç kişi bir araya gelerek ana hatlarıyla belli başlı bir izlek oluşturulması ve devletin bu şekilde yönetilmesi gerektiği üzerine fikirler üretebiliyor, bunları gerçekleştirebiliyorlardı.

Bu iki ayırt edici özellik ile Osmanlı Aydını, fikir geliştirebiliyor ve geliştirdiği bu fikirlerin ülke yönetiminde etkili olabilmesini sağlayabiliyordu. Bu sebeple de yaptıkları üretim hep bu yönde idi. Bugüne geldiğimizde ise yönetime doğrudan etki edemeyen, sayıları tek tek bilinebilmeyi imkansız kılacak kadar çok sayıda eğitimli vatandaşa sahibiz. Standardı biraz gevşettiğimizde, yüz binlerce aydınımız var bile diyebiliriz. Bu kişilerin yönetime gözle görülen bir etkisi olmadığı gibi, bir de önlerinde “çözmeleri” gereken binlerce farklı teknik mesele bulunmaktadır. Üstelik bugünün -özellikle genç- aydınının örnek aldığı kişiler, ortaya bir fikir koymuş ve bu fikirler doğrultusunda kocaman bir ülkeyi yönetmiş ve yönlendirmiş kimselerdir, yani Osmanlı Aydınları.

Hâl böyle olunca bu öykünmenin bize getirdiği bir olumsuz sonuç, kendi bütün fikirlerini bir gün yönetime eklemleyebileceği inancını hep içinde hissederek yazan ve bugünün bütün meselelerini derinlemesine anlayabileceğini, bunları kapsayacak bir sistemi oluşturabileceğini sanan insancıklar… Eğitim böyle olmalı, ülke şu fikri benimsemeli, topluma şunu öğretmemiz lazımdır, toplumu bu yönde geliştirmemiz lazımdır vesaire gibi yazan çizen, bütün bu büyük ölçekli fikirlerinin bir gün insanları yönlendireceğine samimiyetle inanan dostlarımız… Aslında zaman zaman hepimiz. İşte ben bu duruma Osmanlı Aydını Sendromu adını veriyorum.

Elbette ki fikir jimnastiği yapmak için konusu devlet ve büyük ideler olan “şöyle olsa, böyle olur” şeklinde egzersizlere ihtiyaç vardır ve bunlar güzeldir. Elbette ki, dostlarımızla yaptığımız politik -ve biraz da havadan sudan- sohbetlerde “var ya şu işi bana verecekler, 2 senede her şeyi yoluna koyarım” gibi iddialı ifadeler kullanmak da güzeldir. Hemen beş dakikada üç dört reçete yazılır, uluslararası ilişkilerde şu bloğu tercih etmemiz lazım. Ekonomide, bu model iyidir. Eğitim? Zaten Finlandiya’dan alırız. Köy enstitüleri kurarız, vatandaşlarımıza istediğimiz her türlü bilinci aşılarız, yabancı yatırımcıyı mutlu etmek de lazım tabii, ekonomideki adaletsizliğin “ya verin insanlara sanki ne var, al asgari ücreti 50 bin yaptım” diyerek üstesinden geliriz… Benim de şu an şaka yollu olarak bahsettiğim bütün bu ifadelerin ne sohbet esnasında kullanılmasında sakınca var, ne gayriciddi platformlarda yazılmasında… Bu söylenilenler yanlış da değil esasında. Bir kısmı yapılabilir, bir kısmı yapılabilse güzel olur cinsinden şeyler.

Yalnız, kendimizi fazla kaptırmamak kaydıyla… Bütün bunların bir sınırı olmalı. Olmazsa, yani her konudan anlayabileceğimize ve her konuyu bir parmak şıklatma kolaylığında çözüme bağlayabileceğimize inanırsak; o zaman Osmanlı Aydını Sendromu’na yakalanırız işte. Bunun da ne bize faydası olur ne de içerisinde yaşadığımız topluma. Çünkü burası artık Osmanlı değil, yıl 1880 değil, biz de üç beş kişiyle devleti çekip çevirmeye çalışan yöneticiler değiliz.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir