Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.
Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir cân için meydân-ı gayretden
“Milli Eğitim” ile muhatap olurken (milliliği ve eğitimliği üzerine söylenecek çok şey olsa da bu başka bir yazının konusu) “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesillerden söz edilirdi, öğretmenler günlerinde de duymaya devam ediyoruz bu sözü. Bunu duyduğum öğretmenlerim, onların öğretmenleri derken Başöğretmen’e ve Tevfik Fikret’e değin nesiller boyunca anlamı değişmiştir fakat hür olduğumuzu söylemek pek mümkün görünmüyor. Zaten bize hürriyet vaat eden siyasiler ve aydınlar bizi neyden özgürleştirmek istediklerini de genelde söylemeyerek bir alicengiz oyununa başvuruyorlar. Oysa her zaman bir şeyden ya da birinden hür olunur. Özgürlüğün kendisinden alındığı, hemen her seferinde bir çatışmayı gerektiren “öteki” tarih boyunca din ya da din yorumcuları/uygulayıcıları, monarklar, üretim araçlarının sahipleri, diktatörler, erkekler gibi çeşitli şekillere bürünmüştür. İşte burada hem bir şeylerden hür olmak hem de fazla bireyselleşmenin karşısına birlikteliği ve politikayı koyuyorum. Fazla bireyselleşmektense kastımsa bizi toplumsal ağlarımızdan, dayanışma ve gelişme imkanı sağlayan şeylerden soyutlayarak yalnız ve savunmasız bırakan bireyciliktir.
Hür olabilmek hürriyetini kazanabilmek için öznelik iddiası gerekir. “Ben” diyebilen, “bence” diyebilen kişi; başkalarından, ezberlerden kurtulmak isteyen kişi özne olabilir. Bu hem kendini tanımlayan şeyleri tespit hem de ötekiyle farkını gösterme faaliyetidir. Ancak iş burada bitmiyor, Türkçede “ben, bence” demeden de aynı anlamı sağlayan cümleler kurabilmek mümkün olsa da bunların olmadığı bir cümle duyamaz olduk. Buna karşın herkesin çok akıllıca, temellendirilmiş ve/veya kendine has fikirleri olduğunu söylemek gülünç olurdu. Bu benceler daha çok fazla bireyselleşmenin alameti. Kamusal alanda, ortak iyiyi ararken bize lazım olansa en azından tartışmada (müzakere, meclis oturumu ya da her neyse o birliktelikte) önyargılarımızı bırakmak, önceden bildiğimiz şeyleri temelden ele alarak birbirimizi anlama ve çözüm bulma çabasıdır. Hem bir şeylerden özgür hem de kendi olma iddiasını taşımaksa zor bir mertebedir. Burada önce insan olarak kendimizi, günlük eylemlerimizi, bunları şekillendiren sosyal, siyasal ve ekonomik şartları analiz edebilmek gerekir. Bir toprakta ve zaman diliminde doğmanın bizim hayatımızdaki yerini anlayıp kendimize dair fikir ediniriz. Ardından başka yerler ve zamanlarda doğanlarla farklarımızı görür, bunun karşısında nasıl bir tavır alacağımıza karar veririz. Birlikte yaşadıklarımızı en küçük kümeden en büyük kümeye kadar ortak iyiler ve faydalar ekseninde değerlendiririz. Böylece nerede nasıl durduğumuz ortaya çıkmaya başlar, eş zamanlı olarak da zaten iyi ve fayda algılarımız şekillenir.
Bir yandan da çağımızda dünyanın merkezinden ayrılmak ve “ötekini” düşünerek hareket etmek fikir olarak çoğunluğun sevdiği ve övdüğü bir davranış ama aslında bireyselleşme en uç noktalarına varıyor, insanların birbirini koruyup kollayabilecekleri her nevi bağ kötü anılıyor. Hatta herkesin kendi hırslarına tutunmasıyla dünyada bir cennet kurulacağı zannı şuurları işgal etmiş. Başkalarını da düşündüğünü iddia edenlerdeyse sıklıkla bir rububiyet iddiası, lütfetme üstenciliği var. Mesela depremzedeler için yaptıkları “iyilikleri” sopa olarak kullanmak isteyenler, kendileri etrafı örülü güvenlikli sitelerde yaşarken köy yollarında “canları” besleyen hayvanseverler bir rab rolüne bürünüyor, “kullarından” gördükleri ihanet karşısında kendilerini kaybediyorlar. Bu tavrın aksine, siyaset bir başkasıyla denk etkileşimi zorunlu kılıyor. Bu zorunlu iletişimin bir tahakküm kurma, ele geçirme mücadelesi şeklinde gerçekleşmesi sadece var olan problemleri derinleştirmeye yarıyor, şiddeti körüklüyor. Bu etkileşimden düzgün sonuç alınabilmesi ancak tarafların uzlaşması, bu uğurda akıl ve mantığı rehber edinmeleriyle mümkün olabilir. Bu da geçen yazıda anlatılan şeydir.
Kendi istekleri ve çıkarları için bir araya gelemeyenlerimizin bıraktığı boşluklar da mutlaka dolduruluyor. Sermayedarlar, sanat ve kültür dünyamızın köşebaşlarını tutmuş düşük ahlak ve zekalılar, satın alınabilen akademinin ördüğü ağ bu boşlukları doldurup dünyamızı şekillendiriyor, bazılarımızı rahatlıkla kendi amaçları doğrultusunda güttüğü sürüye katabiliyorlar. Bunun karşısında birbirinden habersiz, haberdar olsa da bir araya gelip çözüm aramayan ya da bulduğu çözümleri sunamayanlar umduklarını değil bulduklarını yiyorlar. Tabii her menünün de külfeti kendine göre oluyor. Böyle bir durumda kim ve ne olduğumuzu anlama çabası önem kazanıyor. Hem kendimizi tanımlamalı hem ötekinin öteki olmasından bir hisse çıkarıp aramızda ne tür bir ilişki kuracağımıza karar vermek bizim bizzat politik özneler olarak vazifemiz haline geliyor. Kendimizi tanımlama şeklimiz ve kendimizi tanımlarken kullandığımız ötekiler üzerine bir tartışma zaten dağınık olan bu yazıyı daha da dağıtacağı için bu kısmı sonraki yazıya bırakıyorum.
Tüm bu bir şeylerden bağımsız olma, özgürlük meselesindeyse “biz birbirimize benzeriz”, “hiçbir başkasına benzemeyen”, “biricik” Türkleriz, ötekilerden farklıyız noktasına gelmek kolaydır ancak böyle şeyler ima etmiyorum. Dünyanın farklı yerlerinde de benzer sorunların benzer çözümlerle karşılanabileceğini düşünüyorum. Ne alemde bir biz varız ve bizden başkası bizi ilgilendirmez gibi bir tavırla boğulalım ne de bir yerlerden taklit ve çevirilerle sorunlarımızı çözebileceğimiz zannıyla ayakta uyuyalım. Mesele problemlerin tarih ve mekanla ilişkilendirilebilmesi, “bağlam” deyip durduğumuz şeyle irtibatlandırılabilmesi. Emsal olarak göçten bahsedersek ne Türkiye’nin ilk ve tek göç alan ülke olduğunu iddia etmek mümkün ne de bir x ülkesinden ithal çözümü uyguladığımızda sorunlarımızın biteceği iddiası makul. Avrupalı “efendilerimizden” aferin beklemeksizin sorunu kendimiz için ve kendimize uygun şekilde çözmek ve Avrupa’nın yıllarca göç karşısında ürettiği politikaları inceleyerek bu tecrübelerden faydalanmak da aynı anda mümkün. Ülkemize göçün öznesi çoğu zamanlar müslümanlar olduğu için dinin istismar edildiğini de görüyoruz. Dinin emirlerini istismar etmeden kitaba uygun bir şekilde bu göçmenlerle ilişki kurmak, bunu ilahi ve dünyevi yasalarla, vicdanla da irtibatlandırarak çözmek mümkün. Siyasi düzlemdeyse erdem sinyalleri ve beka baskıları altında neyin çıkarımıza neyin zararımıza olacağına dair rasyonel bir tartışma zeminini arayıp bulamazsak travmatize olmuş bir toplum olarak her türlü zulme hazır hale geleceğiz ve bunun da mutlaka bir geri tepmesi olacaktır. Bir şekilde göçmenler veya yabancılara dair tartışmalar “biz kimiz?” ve “öteki (bir başkası) kim?” temeline dayanıyor. Yine baştaki konuya bağlayabilirsek akla, vicdana ve ahlaka uygun çözümleri ararken birine benzemek ve biriyle aynı safta olmak/olmamak gibi kaygılardan azade olabilirsek bağımsızlıktan söz edebiliriz. Özgür vatandaşlardan oluşan politik toplum da kamuoyu oluşturabilir ve çözüm üretilmesini sağlayabilir. Son olarak sorunların varlığı kadar o sorunlardan nemalanarak o sorunları büyütmek veya korumak isteyenler de hesaba katılırsa bir kamusal meseleyi ele aldığımızda yükselen sesler, artan saldırıların sebepleri de görülecektir.
Ne mümkün zulm ile bi-dâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten
*Görsel: Ludwig Deutsch’un “Calling the Faithful” tablosu