Portreler 1 – Çingene Kız

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.

Marmaray’daydım, sadece son durakta açılacak olan kapıya sırtımı dayamış, kulaklığımda kitap dinliyordum. Her iki yan çaprazımda da sekiz dokuz yaşlarında olduklarını tahmin ettiğim iki çocuk vardı. Tek başlarına değiller, güvendelerdi. Sağ tarafımdaki çocuğun bir yanında babası, diğer yanında da babasının arkadaşı olduğunu tahmin ettiğim ellili yaşlarında bir adam oturuyordu. Öbür çocuğun bir yanında genç görünmeyi çok önemsediğini tahmin ettiğim annesi, diğer yanında Rus olduğunu tahmin ettiğim dadısı vardı. Demem o ki, ikisinin de yanına yabancı oturamaz, güvendelerdi.

Sağdaki çocuğun babasında decathlon’dan alınmış bir çanta vardı. Muhtemelen mavi’den alınmış bir sweatshirt giymişti. Çocuk elindeki tabletle ilgileniyor, kulağında kulaklıkla çalan müziğe kafasıyla eşlik ediyordu. Çocuğun çok güzel ve gür saçları vardı. Babası çocuğun tablette yaptıklarını gururla izliyordu. Zeki bir evlada sahip olmanın yanı sıra, ona sağladığı imkanla da gurur duyuyor gibi görünüyordu.

Soldaki çocuğa ise Rus dadısı muhtemelen Rusça yazmayı öğretiyordu. Çocuk çok sıkılmış gibi görünüyor, dadı sürekli tavanı izliyordu. Bıkmıştı belli ki. Dadının çok renkli ojeleri vardı. Anne, çocuğuna Rus dadı tutmanın doğal olarak getirdiği rahatlık ve özgüvenle, el hareketlerinden anladığım kadarıyla instagram story’lerinde geziniyordu.

Sonra üçüncü bir çocuk, bir kız çocuğu… O da sekiz dokuz yaşlarındaydı. Çiçek desenli eski basma elbiselere benzer bir elbisesi ve simsiyah bir başörtüsü vardı. Muhtemelen çingeneydi. Elinde bir karton bardak, dileniyordu.

Önce solundaki Rusça öğrenen çocuğu gördü, neyle uğraştığını merak edip kafasını kağıtlara doğru uzattı. Yüzünde tatlı bir gülümseme… Rusça öğrenen çocuk korkulu ve şaşkın gözlerle kız çocuğuna baktı ve bu bakıştan ürken kız çocuğu dadının öbür tarafına oturdu. Önce dadının sol kolunu dürttü, “bu ne” der gibi kağıtları göstererek sessiz bir soru sordu. Dadı çocuğun gözünün içine bakıyor, ardından tekrar tavana bakıyordu. Çocuğun annesi orada olmasa belki başka davranırdı, fakat çocuğa ısrarla yüz vermiyordu. Belki de veremiyordu.

İlk çocuktan karşılık bulamayan kız çocuğu, bu sefer diğer çocuğun yanına gitti. Kafasını bu sefer tabletin içine doğru eğiyor, yüzünde yine çocuksu bir gülümseme beliriyordu. Tabletin mülkiyetine sahip güzel saçlı çocuk, gözlerini kaldırıp kız çocuğuna 2 saniye kadar baktı. Kız sanki hayatın ona karşı getirdiği zorluklara karşı büyük bir inatla gülümser gibiydi.  Tablette olanları anlamaya çalışıyor gibi görünüyordu. Kız gitmeyince, çocuk eliyle hafifçe itti kızı. Babası da “hadi sen git” dercesine kız çocuğunu oradan gönderdi. Çocuğunun iki yanını güvenli hale getiren baba, şimdi çocuğunun önünden gelebilecek bir tehdidi de başarıyla savuşturmuş oldu.

Kız çocuğu yürüyerek diğer yolculardan dilenmeye devam etti. Güzel saçlı çocuğun o çok zor toplanan dikkati dağılmıştı bir kere, güzel saçlı çocuk kız çocuğunu arkasından gözlemeye başlamıştı. Babasına bu meraklı kız çocuğuna dair bir şeyler sordu. Babası da “boş ver” der gibi bir el hareketi yaptı, gülümseyerek güzel saçlı çocuğa tabletten bir şeyler göstermeye başladı.

Bu 5 dakikada olan bitenin sonunda, bu kız çocuğunu diğerlerinden apayrı bir hayat yaşamaya iten ne diye sorguladım.  Bostancı durağına gelmiştik, 5 durağım kalmıştı. Bu soruya birçok pratik cevap üretilebilirdi elbette. Zihnime çivi gibi bir soru saplanmıştı o an. Peki hangi etik sebep, bu çocukların arasındaki uçurumu meşru kılabilirdi?

Bugünden çıkıp yarını hayal etmeye başladım.

“Yarın bu üç çocuk büyüyecekti. Marmaray’da güvende oturan iki çocuk üniversite mezunu, iş güç sahibi olacaklardı. Belki de kız çocuğuyla tekrar karşılaşacaklardı. Hani çingene diye olmaz ya, belki de evlerinde temizlikçi olarak bu kız çocuğunu çalıştıracaklardı.  Sonra çocukları “temizlikçi abla ne kadar çok yoruluyor baba” diyecekti. Babaları da diyecekti ki, “biz rahat yaşayalım diye ben senelerce çalıştım, çabaladım.”

Kendisini yaşadığı hayatın sahibi zannedecekti her ikisi de. Her şeyi kendi azmi sayesinde kazandığını düşünecek, sonuna kadar hak ederek bu parlak hayatı yaşadıklarına inanacaklardı. Kendilerinin önüne çıkan fırsatları iyi değerlendirdiklerine inanırken, bu güler yüzlü kız çocuğunun önüne çıkamayan fırsatları unutup gideceklerdi. O kız çocuğunun yaptığı ufak bir hatada, “Bunlar böyle işte” deyip geçeceklerdi belki. Belli ki mülkiyetle beraber doğal olarak gelen derin eşitsizliğin farkında bile olmayacaklardı. Belki de farkında olacak fakat “hayatın kanunu bu” deyip es geçeceklerdi bu kaya gibi soğuk ve sert hakikati. “Ben” diyecek ve hayatlarına devam edeceklerdi.

Söğütlüçeşme durağına gelmiştik. Kendimi Ahmed Arif’in Vay Kurban şiirini mırıldanırken buldum. “Dağlarının, dağlarının ardı.Cennet yapabilmek için seni….Değil öyle karanlıklar…..Bir tek başak tanesi bile…..Bu yürek ne güne vurur”.

Kitap oynamıştı ama tamamını kaçırmıştım. Marmaray’dan indim ve metrobüse doğru yürümeye başladım. Kitabı başa sardım.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir