Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 2 dakikadır.
Sabah ezanının yeni okunmasıyla beraber yuvalarından dışarı taşan biz karıncalar, uykularından tam uyanamamış ve dört yanındakiyle temas halinde Marmaray ile işine gidiyorduk. Aklımda toplu taşıma ahalisini segmente ediyordum. Bir şehir içi raylı toplu taşıma aracında karıncalar 5’e ayrılıyordu:
- En köşe koltukta oturmayı başarmış feci şanslı karıncalar
- Orta koltuğa oturmayı başarmış şanslı karıncalar
- Koltukların olduğu hatta minimum temasla ayakta durmayı başarmış karıncalar
- Giriş hattının arka tarafında oldukça yoğun bir temas altında ayakta durmayı başaran karıncalar
- Toplu taşıma aracına başkalarını ittirerek giren, her inecek biri olduğunda dört yanından temas yiyen, ter kokusu altında kendinden nefret etme seviyesine gelen karıncalar
Ben Süreyya Plajı durağından binmeme rağmen o kadar şanslıydım ki bu sabah hisseme üçüncü sınıf karınca olmak düşmüştü. Bütün bu karınca segmentasyonunu zihnimde kurgularken, ortalamamın 4.5 olduğunu fark etmiştim. Açıkçası, sınıf atlayacak kadar uyanık bir karınca değildim.
Zihnimde bütün bunlar dönerken, önümdeki ikinci sınıf karıncalardan bir kadın, yarım yamalak uyuyordu. Büyük bölümü ağarmış, gür, dalgalı ve dağınık saçları vardı. Zamanın kararlı akışına direnmeyi başaran sarı kaşlarından anladığım kadarıyla, saçları ağarmadan önce sarışındı.
Kadın hafifçe kafasını kaldırdı, uykudan uyanmıştı. Yüzündeki ekşimenin havasız kalan Marmaray’dan mı yoksa boşluğa düşen boynundaki ağrıdan mı olduğunu ayırt edememiştim.
Yeşil gözlerindeki mahzun bakıştan gençliğinde hayatı dolu dolu yaşamak istediği anlaşılıyordu. Belli ki hayat, ona bu fırsatı tanımamıştı. Göz bebeğinin derinliklerinde saklı kalmış ışıltı, bana bir yaşayamama hikayesini fısıldıyordu.
Kadın sol kolunu amansızca ovuyordu. Gençliğinde bir sel gibi dökülen saçlarını ince ince tarayan bu kadın, belki de şimdi kalp krizi habercisi bir sızıyla baş başaydı. Yüzündeki ekşime iyiden iyiye belirginleşmişti. Zaman oldukça kararlı bir şekilde akıp giderken, onun hissesine de ikinci sınıf bir karınca olarak ağarmış saçları ve kolundaki incecik sızıyla yaşamak düşmüştü.
Söğütlüçeşme durağına gelmiştim, inecektim. Eklektik müzik listemde sıradaki şarkı, bir İran halk şarkısı olduğunu tahmin ettiğim Aseman idi. Şarkıyı, insana huzur veren sesiyle Minoo Javan okuyordu. Sözlerini bilmesem de sanki kadının durumunu bu şarkı özetliyordu. Şarkı, zamanın akışı kadar pürüzsüzdü. Şarkıda, yaşama sevinci gizli de olsa hissediliyor, fakat yaşamak ağırlığının yaşama sevincini belirgin bir şekilde bastırdığı kolayca anlaşılıyordu.
Bu gençliğini ıskalamış kadının uçup giden gençliğini kim ona geri verebilirdi ki? Erkenden evlendirildiği kocasının derdiyle, bin bir zahmet yetiştirdiği çocuklarının gürültülü büyüme serüveniyle baş etmekten gençliği mi kalmıştı? 40 sene öncesine gitse, ne yapardı acaba? Yine aynı hayatı yaşar mıydı? Ne hayalleri vardı da neler yaşadı acaba? Geçmişe gidebilse, olmak zorunda olduğunu düşündüğü nelere olmaz derdi acaba? Nelere olmaz demek isterdi? Sustuğu nelere haykırmak isterdi? Belli ki kadının kolundaki onmaz sızının aynısından gençliğinde hayır diyemediği anlara ait bir sızı da yüreğinde vardı.
Marmaray’dan inmiştim, çıkışa doğru ilerlerken Aseman çalmaya devam ediyordu. Sözlerini merak etmiştim, arama motoruna yazdım, çevirisine ulaştım. Şarkı, tatlı hayatının kendisinden esirgediği buseyi, ondan zorla alacağını ilan ediyor gibiydi. Belki de kadının 40 sene önceye gitse yapmak isteyeceği şey de tam olarak buydu. Kadının ağarmış dağınık saçlarını, vazgeçilmişliklerle işlenmiş kırışıklıklarını ve sol kolundaki sızıyı şimdi daha iyi anladığımı hissetmiştim. Aseman, bu kadının şarkısı olmalıydı. Aseman, bu kadının olmak istediği yerin adıydı.