Her Şey Batılı İçin, Kapitalizme Göre, Türk Tarafından

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 6 dakikadır.

Yaklaşık bir haftadır muhakeme’de yayımlanmak üzere bir şeyler yazma niyetindeydim. Defalarca açıp kapattığım word dosyalarında kimi zaman Tayyip Erdoğan’ın mayısta nasıl kazandığını düşündüğümü yazmak istedim kimi zaman trendlerin belirlediği davranış kodlarından yola çıkarak beyaz yakalıların zihniyetini eleştirmeyi. Burjuva ideolojisi olmakla itham edilen milliyetçiliğin kentlilikle ve orta sınıfla olan ilişkisine dair biraz kalem oynatmak da geldi aklıma özellikle son zamanlarda sosyal medyada artan eski Türkiye’ye yönelik övgülerden yola çıkarak yapılan memleketten manzaralar yorumları hakkında da. Bütün bu hazırlık sürecinin ve henüz başlangıç aşamasında sayılabilecek okumaların neticesinde aslında bütün bu yazıların ortak bir temaya sahip olduğunu fark ettim; Batı medeniyetinin bir parçası olduğumuza yönelik inancımız ve Batı’nın normlarıyla ve Batılı zihniyetle düşünme pratiklerimiz… Ele almamız gereken her bir meselede önümüzde ortaya çıkan, yıkılmak bir tarafa tartışılması bile insanın çeşitli yaftalamalara maruz kalmayı göze almasını gerektiren ezberlerden müteşekkil bir bent.

Şöyle bir düşünüp kendimize soralım, günümüzde Türkiye’de iktidara yönelik yapılan eleştirilerin büyük çoğunluğu Batılı olduğumuz varsayımına ve liberal demokrat değerlerin, dolayısıyla Batı’yla entegrasyon düşüncesinin Türkiye’deki savunusuna dayanmıyor mu? Hükümet sisteminin Batılı örneklerden ayrışmasını, ekonomi ve finans politikalarının Batılı normların dışına taşmasını veya sosyo-kültürel konularda üretilen söylem ve politikaların Batılı Türkiye’ye uygun olmamasını eleştirmiyor muyuz hep birlikte? Eski Türkiye’yi kimi zaman vatandaşların kıyafet kodlarına, kimi zaman müzik festivallerine, hatta Eurovision yarışmasına katılıma bakarak daha Avrupalı olduğu düşüncesiyle övmüyor muyuz? En iyi (?) üniversitelerimizde eğitim alan gençlerimizin hayali mümkünse Avrupa’da, değilse İstanbul’un çeşitli semtlerinde, Avrupalı bir hayata ulaşmaktan mürekkep değil mi? Bu üniversitelerimizin iyiliğini, sermayenin ihtiyacı doğrultusunda verilen yüksek eğitimin içeriğine bakarak belirlemiyor muyuz? Beyaz yakalılarımız da, genel itibariyle işçi olduğunun bile farkında olmadan, Batılı marketing (!) stratejilerinin kollarına hapsolmuş şekilde Batılı tüketim alışkanlıklarının peşinde koştuğu bir hayatın içinde debelenip gitmiyor mu? Yani, zikredilen yazıların hepsinde Batılılık ortak noktası bulmak mümkün değil mi?

Peki nedir bu Batı? Kimdir, ne yer, ne içer? Eğer bir önceki paragraftaki soruların hepsine evet cevabı verdiyseniz sizinle ortak bir Batı tanımımız var diyebiliriz aslında. Muhtemelen Batı derken ne Atlantik merkezli haritalarda coğrafi olarak en batıda görebileceğimiz ülkelerden olan Meksika’yı, Arjantin’i veya Şili’yi kast ediyoruz, ne Avrupa medeniyetinin kendisini tarihsel olarak dayandırdığı Antik Yunan ve Roma medeniyetlerinin sırasıyla en önemli kentleri arasında yer alan Milet’i ve Tarsus’u. Kast ettiğimiz, kapitalist Batı’dır. Sermaye’nin kontrolünde, Avrupamerkezci düşüncenin zihinsel egemenliğinde toplumlar arasında kurulan hiyerarşiye uygun olarak en müreffeh hayat standartlarına sahip, uluslararası düzlemde kuralları koyan, kurmuş olduğu düzenin bütün Dünya’da bekçiliğini çeşitli kurumlar, ilkeler ve ajanlar aracılığıyla yapan büyük ve güçlü bir mekanizma…

Bu mekanizmanın anlattığı ve tarih anlatısının ötekilerine inandırmak istediği hikâye, bütün insan topluluklarına uygun olan ve insanlığın daha müreffeh, daha mutlu ve daha onurlu yaşamasına imkân sağlayacak olan reçetenin bir sebepten ötürü Batı’da ortaya çıkmış olduğudur. Bu sebep; Avrupalıların coğrafi, kültürel veya ırksal sebeplerden ötürü diğerlerinden üstün olması olabilir. Nedense Çin’de, Fenikeliler’de, Mısır’da veya Mezopotamya’da değil de Antik Yunan ve Roma’da ortaya çıkan medeniyet, çeşitli siyasi ve dini sebeplerle bir süre ortadan kaybolmuş ama Müslüman emanetçilerin çevirileri sayesinde tekrar asıl sahibine dönmüştür. Bu sahipler de insanlığı ulaşabileceği en ideal noktaya taşımak için yüz yıllardır büyük gayretler göstermektedir. Bu gayretlerin sonucu da elbette Batılıları güneşli günlere kavuşturmuştur. Bu rehberliği kabul eden ötekileri de bu sonuca ulaştıracaktır, çünkü Batı yücedir ve bağışlayıcıdır. Tabii bu hikâyede çeşitli eksiklikler bulmak mümkün. Örneğin Pasifik’te, henüz Batılı tarafından keşfedilmediği zamanlarda nasıl adlandırıldığı pek kimsenin umurunda olmayan Amerika’da,  İslam Dünyası’nda ve Afrika’da insanların müreffeh, mutlu ve onurlu yaşamlar sürdüğü düzenler kurulmuş mudur? Bu düzenler ne olmuş da sekteye uğramıştır? Bu düzenlerin kesintiye uğramasında muhtemelen payı olan kapitalistlerin sömürü faaliyetleri ve Marksistler tarafından bu faaliyetler için icat edildiği iddia edilen “insan hakları” gibi kavramların rolü nedir? Bu soruların cevabını aramak ve bulmak, Avrupamerkezci düşüncenin sorgulanması ve ortaya çıkarılması gereken alternatif ve yerel yol haritalarının çıkarılması için Batı akademisine bırakılamayacak kadar önemli bir uğraştır.

Velhasıl kelam, Batılıların mutlak üstünlüğünün tescil edildiği, Marksistlerin paylaşım savaşları olarak adlandırdığı büyük savaşların sona erdiği ve dünyanın tek kutuplu olarak ilan edildiği dönemde Batılı olmamış toplumların elinde ulaşmak istenilen bir ülkü, izlenmesi gereken bir yol haritası artık mevcuttu. Türkiye’de Tanzimat’tan çok önce başlayan Batılılaşma tartışmalarının modern devletin teşkiliyle birlikte ortaya çıkardığı Avrupamerkezci görüşün yaygınlaşması ile Türkiye’nin Batılı müttefiklerinin gösterdiği yol-yordam ile kapitalistleşme yoluna girmesi, sanıyorum ki birbirinden bağımsız gelişmeler değildir. Zira Avrupamerkezcilik düşüncesinin kapitalizmi ele almadan anlaşılmasının mümkün olmadığına dair görüşler, kurulmak istenen bu ilişkiyi mümkün hale getirmektedir. Kapitalizm ile Avrupamerkezciliğin, Türkiye’nin de içinde olduğu, gelişmekte olan ülkelere J bir paket halinde sunulduğunu söylemek herhalde abartmak olmayacaktır. Buna göre Avrupamerkezcilik kapitalizmin tarihteki rolünü, emperyalizmi ve küreselleşmeyi, yani genel olarak ekonomi-politiği kültür ile harmanlamadan anlaşılamayacaktır.

Kapitalistleşmenin temellerini atan, Avrupamerkezci zihniyeti benimseyen ve eğitim yoluyla özellikle kentlerde yaşayan vatandaşlarına benimsetmeyi kendisine amaç edinen Türkler, kimi zaman kendisinin de Batılı olduğunu ispata çabaladı. Bunu yapamadığında ise mutlak üstünlüğünü kabul ettiği Batı’ya daha yakın olma durumunu milletler hiyerarşisinde daha aşağıda gördüğü topluluklara karşı bir kıvanç meselesi olarak ileri sürdü. Aşağıdaki bu milletlerin ortak noktası neydi dersiniz? Batılılaşamamış yani kapitalistleşememiş olması. Türk’ün yeni ötekisi bunlardı artık. Batı’ya uzak olanlar, kendisini Batı’dan uzak tutmaya çalışanlar…

Bu durum, Türk’ün milli şuurunu ve bu şuurdan doğan kinini aynı medeniyet dairesinde yer aldığını düşündüğüne yöneltmesini de engelledi hep. Yunan’a, diaspora Ermeni’sine, Bulgar’a ve Kıbrıs Rum’una soramadığı hesapları müttefiklik şuuruyla ötelemesini tavsiye ediyordu çünkü Batılılık. Milli ülküsü Avrupa Birliği’ne girmek, yetiştirdiği en parlak öğrencilerini Batı’nın hizmetine sunmak ve Batı’nın zihin yapısını ülkesinde yaygınlaştırmak amacıyla onu tekrar bünyesine yetişmiş bir akademisyen olarak kazandırmak olan bir toplum Batı’yla niye çatışsındı ki?

Kılık-kıyafetini, müziğini, harsını ve töresini iktibas ettiği Batılılık Türk’e ne ölçüde yakışıyor, bunu bilmiyorum. Lakin yaşadığı toplumsal sorunları, siyasal olarak tartıştığı en önemli konuları ve hatta millî manevi değerlerini Batılılığa uygun olmak ve olmamak üzerinden tartışan bir toplumun, milliyetçisinin de sorunlarına çareyi daha fazla Batılı olmakta aramasına anlam veremiyorum. Kapitalist sistemin daha da kurumsallaşmış olmasını, liberal ekonomi ve demokrasi kurallarının ülkesinde herhangi bir uyarlamaya veya sorgulamaya tabii olmadan daha da kökleşmesini isteyen bir insan tahmin ediyorum ki ancak Batılı Türk’ün milliyetçisidir. Zira milliyetçilik adına ortaya konulan yeniliklerin insan hakları, çevre ve hayvan hakları, feminizm ve LGBT aktivizmi gibi kapitalist dünyanın yeni icatlarını hiç sorgulamadan ve Türk milletine uygunluğunu, faydasını, zararını tartışmadan ihtiva ediyor olmasına ben, şahsen anlam veremiyorum. Örneğin bütçe açığının büyük bir kısmını enerji üretiminin oluşturduğu Türkiye’de endüstrileşmesini çoktan tamamlamış ülkelerde ortaya çıkana benzer bir çevreci hassasiyetin öncelenmesi beklentisi, içinde bulunulan duruma biraz yabancı kalmaktadır. Bu yeni icatları tek tek sorgulamak, tartışmak ve Türkiye’nin ve Türk milletinin çıkarları doğrultusunda yorumlamak milliyetçiler açısından elzemdir.

Sermayenin ve çok uluslu yapıların çıkarlarını önceleyen kapitalizmin ve Avrupamerkezci zihniyetin sorgulanmadığı, sorgulanamadığı bir entelektüel mahalle, Türk milliyetçiliğinin hızla uzaklaşacağı bir ezberler dünyasından ibarettir. 21. yüzyılda akademik çalışmalara ve düşünsel faaliyetlere konu olacak bu sorgulamalar belki de Türk milliyetçiliğini ve Türk milletini içinde bulunduğu kısır gündemlerden kurtaracak yegane yol olacaktır. Bu ezberlerin yıkılamadığı bir düzlemde, Türk milliyetçiliği namına Türk milletine asırlardır olduğu gibi Batılı reçeteler sunmak yeni Türk milliyetçiliğinin hiçbir şeyinin yeni olmayacağını da göstermektedir. Zira dünyadaki gelişmeleri gözlemlediğimizde, bahsedilen sorgulamayı yapmak ve yeni bir idealar dünyası ortaya koymak için bir treni daha kaçırıyor olduğumuzu söylemek mümkün.

Korkarım ki, Batı’nın üstünlüğünün tartışılmadığı, Batılı kavram ve kurumların Türk’e uygunluğunun değerlendirilmediği bir zihin dünyası, kapitalizmle hesaplaşamayacaktır. Kapitalizmle hesaplaşamayan bir entelektüel mahallenin ise Türkiye’yi bugün olduğu durumdan daha ileriye götürebileceğinden hayli şüpheliyim. Zihniyetin birileri tarafından istimlak edildiği bir dönemde de Türk gencinin yurtdışına gitmek ve piyasaya gönüllü asker olmak amacıyla eğitildiği bir akademiye şaşırmak mümkün değil. Topladığı vergilerle Almanya’ya hekim, Hollanda’ya mühendis, Amerika’ya beyaz yaka yetiştirdiği bir düzenin kurulmuş olmasına da.  Türk’ün en güzel imkânlarından faydalanan kapitalistlerin hizmetine koşulduğu bir turizm cennetinde yaşaması, kendi yetiştirdiği birinci kalite tarım ürünlerinin kursağından geçmiyor olması, memleketinin Avrupa’nın göçmen karakoluna dönüşmüş olması da sanıyorum bu sürecin doğal sonucu olmalı. Ne demişler; “Her şey Batılı için, Kapitalizme göre, Türk tarafından.”

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir