Târihsel Anlatılar ve Milliyetçiliğin Anlamı I

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 14 dakikadır.

                 Milliyetçilik hakkındaki pek geniş, büyüyen alanyazın, düşünsel târihin tanıdık, genel bir mevzuu dışındaki her genellemeye kolayca karşı koyar: Milliyetçilik ile ilgili metinler, bakış açıları ve tutkularını daima yazarlarının içinde yaşamış oldukları, evrimleşen siyasal ve kültürel bağlamlardan edinmiştir. Milliyetçiliğin modern târifleri, yirminci yüzyılın her bir on senesindeki siyasal, askerî ve kültürel çatışmaların belirgin izlerini sergiler -I. Dünya Savaşı öncesindeki milliyetçi rekabetler çağından çağdaş post-modernizm, post-sömürgecilik ve çok kültürlülükte belirmiş cinsiyet, edebiyat ve târihin yeniden tanımlarına dek.

            Milliyetçi bilimin metinleriyle kültür ve siyasetin modern genel durumları arasındaki bu bağ, milliyetçiliğin târihsel anlatılarının neden milliyetçilik târihinin bizzat bir parçası hâline geldiğini ortaya koyar. Milliyetçiliğin bilimsel yorumcuları, analizlerinin hedeflerinden kendilerini kolayca ayıramazlar ve sıklıkla yorumları, târif ettikleri milletler kadar muhtelif ve parçalıdır. Bu deneme; milliyetçilik üzerindeki tartışmaya katılmakta, târihsel yazında tekrarlanan konuları ifade etmekte ve milliyetçiliğin çetrefilliliği ve yorumcularının sadeleştirici, kapsamlı her tanıma direndiğini vurgulayarak târihyazımının bir anahtar özelliğini kopyalamaktadır. Milliyetçilik târihleri, düşünceler târihinin kabul edilmiş bir kapanış noktasına nasıl olup da asla ulaşmadığı ve tüm târihsel anlatıların üretildiği siyasal ve kültürel bağlamlardan asla nihaî olarak kurtulmadığının çarpıcı bir örneğini getirir.

            Pek çok milliyetçilik araştırmacısı gibi ben de milliyetçiliğin modern târihteki belirleyici güçlerden biri olduğunu ve öneminin titiz, eleştirel bir tahlil gerektirdiğini sanıyorum. Aynı zamanda o, biri de Alman târihçi Peter Alter’den edinilebilen, daima noksan tanımlar icap ettirir. Milliyetçilik, “hem bir ideoloji hem de milletin ve egemen ulus-devletin kritik kalıcı değerler oluşunu devam ettiren ve bir halkın ya da nüfusun büyük bir bölümünün siyasal iradesini harekete geçirmeyi ustalıkla yöneten bir siyasal hareket”tir[1]. Dolayısıyla milliyetçi fikirler, bireyler ve de grupların siyasal hareketleri ile kültürel kimliklerini şekillendiren modern düşüncenin kendine özgü bir biçimidir. Genellikle milliyetçiliğin ve millî kimliğin anlamları, milleti diğer yerler ve insanlardan farklılıkları bakımından tanımlayan çeşitli ikilemlere bağlıdır -çağdaş kültürel çalışmalarda geniş alâka görmüş kimlik oluşumunun dinamik süreci. Milliyetçi düşüncedeki “muhalif” yapılara dair benim kendi görüşüm, Peter Sahlins’in veciz târifiyle örtüşüyor: “Millî Kimlik, toplumsal olarak inşa edilen ve süregelen bir ‘dost’ ve ‘düşman’ tanımlama sürecidir… Millî kimlikler… herhangi bir nesnel dilsel ya da kültürel farklılaşmanın varlığına değil fakat öznel deneyim ve farklılığa dayanır”[2]. Sahlins, böylece millî kimlik denen şeyin “oralarda” olduğunu varsayar fakat aynı zamanda millî bilincin “inşa edilmiş” bir kimlik olduğunda da ısrar eder.

            Milliyetçiliklerin doğal görüngülerden ziyade târihsel olduğu varsayımı, bilimsel alanyazımın çoğunu şekillendirir; böylece milliyetçilik çalışması, biyoloji ya da fizikî coğrafya yerine târihsel tahlile götürür. Milliyetçiliğin farklı dönemler, kültürler ve çatışmalara binâen[3] sayısız târihsel çalışması bulunmasına rağmen benim bahsim, milliyetçiliğin doğası hususunda özellikle belirgin kuramsal iddialar ortaya atmış az sayıda anlatıya gönderme yapacak. Elbette bu gibi kuramları, çoğunlukla Avrupa’ya dair çalışmalara odaklanarak ve târihsel çözümleme modellerini takip eden genel kategorilere bölerek sağlayacağım dışlamalar ve genellemeler olmaksızın tahlil etmenin hiçbir yolu yok: (1) modern dönem öncesinden modern târihe düşünsel, kültürel, iktisadî, toplumsal ve siyasal dönüşümleri yansıtan ve aynı zamanda şekillendiren, modernleşmenin merkezî bir bileşeni olarak milliyetçiliğin târifi; (2) milliyetçiliklerin, daha erken dinlerle ilişkili fakat aynı zamanda onları yerinden eden modern dinî hareketler olduğu iddiası; (3) milliyetçiliğin, yeni iletişim biçimleri, aydınlar ve anlatılara bağlı dilsel ve yazınsal bir inşa olduğu savı; (4) bireysel kimlikleri şekillendiren ve keza cinsellik, kültür ve saygınlığa dair kaygıları ifade eden bir toplumsal cinsiyet ve etnisite söylemi olarak milliyetçiliğin târifi; ve (5) milliyetçiliklerin, modern millî toplumların gelişimindeki keskin farklılıkları temsil eden kategorilere (iyi/kötü, Batılı/Doğulu, siyasal/kültürel) ve safhalara ayrılabileceği savı.

            Her ne kadar milliyetçiliğin târihyazımı ile yirminci yüzyılın daha geniş siyasal ve kültürel çatışmaları arasındaki bağları kaydedeceksem de benim kendi anlatım, eleştirelden ziyade daha betimsel ve târihsel bağlamlardansa daha spesifik metinlerle alâkadar. Bu şiddetli yüzyıl boyunca milliyetçilik hakkındaki târihsel yazım, hem târihsel gerçekliklerin kültürel değişkenliğini hem de bu gerçeklikleri bir anlatım düzenine indirgemek için sonsuz girişimleri örneklendirmektedir.

Modernleşme Olarak Milliyetçilik

            İnsanoğlu, uygarlığın başlangıcından beri belirli yerler ve geleneklere bağlılığını ifade etmiştir fakat pek çok târihçi, milliyetçiliğin modern çağın özgün bir yaratısı olduğunu ikna edici şekilde öne sürer. Toplumsal modernleşme ve ulus inşası, Liah Greenfeld’in “modernitenin kurucu unsuru” olarak “millet” tanımında ve “modernite”yi “milliyetçilik tarafından tanımlanmış olarak”[4] düşünmemiz gerektiği önermesinde işaret ettiği veçhile, etle tırnak gibi görünür. Milliyetçiliği, davranış veya özdeşleşmenin modern dönem öncesi, kabile sistemlerine bir gerileme (atavizm) olarak gören bazı münekkitlerin aksine çoğu araştırmacı, milliyetçiliğin hem ideolojileri hem de uygulamalarının on sekizinci yüzyılda Batı Avrupa’da doğduğunu ve Fransız İhtilâli ile Sanayi Devrimi çağında diğer toplumlara hızlıca yayıldığını varsayar. Milliyetçilik; belirli geçici, târihsel süreçleri böylelikle yansıtmış (mesela siyasal kurumlarda, iktisadî sistemlerde ve din hakkındaki düşüncelerde değişimler) fakat kendisini üretmeye yardım eden modernleşen siyasal, kültürel ve toplumsal yapılara da belirleyici bir biçimde katkı sağlamıştır.

            Milliyetçilik ve modernite arasındaki bağ ile ilgili bu vurgu, târihsel anlatıların müştereken cevaplamaya çabaladıkları nedensellik meselelerine etkili bir çerçeve sağlar. Aslında milliyetçiliğe dair nedensel açıklamalar, modern târihsel bilgi birikiminin en seçkin alt disiplinlerini yansıtır: düşünsel, kültürel, iktisadî, toplumsal ve siyasal. Böylelikle milliyetçiliğin târihyazımı, hem çağdaş târihsel anlayışın yapılandırıcı kategorilerini hem insan deneyimi, fikirler ve gücün karmaşık, çakışan düzeylerini ifade eder.

            Milliyetçilik (ve modernitenin) düşünsel kökenleri. Sınırlı sayıda milliyetçilik araştırması, Hans Kohn’un milliyetçiliği bir “ruh hâli, şuurun bir edimi”[5] olarak tanımlayan klasik çalışması The Idea of Nationalism: A Study in its Origins and Background (1944)’ün [Milliyetçilik Fikri: Kökenleri ve Arkaplanı Açısından Bir Çalışma] düşünsel titizliğiyle boy ölçüşmüştür. Nazi kontrolündeki Çekoslovakya’dan bir sürgün sıfatıyla Amerika’da yazan Kohn, milliyetçilik “fikri”nin faşizm ve şiddetle çok bariz biçimde ilişkilendirilmiş hâle geldiği bir çağda onun nasıl ilerlemeci ve liberal olabileceğini göstermeye çabaladı. Kohn’un târif ettiği gibi milliyetçilik fikri, monarşinin kutsallıktan arındırılması ve bireyselciliğin yükselişine eşlik eden düşünsel ve siyasal bir krize cevâben Aydınlanma esnasında gelişmiştir. Aydınlanma’nın özgür bireyler kavramı, monarşik otoriteye meydan okuyanlara güçlü bir ülkü sağlamış fakat aynı zamanda toplumsal dayanışmanın temellerini ortadan kaldırmakla tehdit etmiştir. Bireyin, hakların ve kimliğin yörüngesi olarak yeni tanımı “insanın ve insanlığın yeni bir tasavvurunu mümkün kılarken”, Kohn izah ediyor, “[bu yeni tanım,] toplumun gerekçesi ve merkezi olarak yeni bir sembol yaratmanın birleştiren kuvvetinden yoksundu.” Kutsal otoriteye azalan bir bağlılık böylelikle, “bireyin özerkliğine dayalı özgür yeni bir düzen” arayışını canlandırdı. Rousseau’dan başka hiç kimse bu arayışın önemini daha açıkça takdir etmedi ve çözümü, “milletin kutsal kolektif kişiliğinde” bulan da Rousseau’ydu. Özgür bireyler, krallar veya toplumsal sınıflardansa millete bağlılık yemini edebilmiş, o suretle toplumsal sistemdeki yerlerini sürdürerek aynı zamanda özgürlük haklarını ileri sürmüşlerdir. Fransız İhtilâli, Rousseau’nun düşüncesini uygulamaya geçirdi ve milliyetçilik, “Fransa’nın üstünde ve Fransa vasıtasıyla batılı insanoğlunun üstünde ağaran yeni çağın birleştiren kuvvetini sağladı”[6].

            Bu nedenle Kohn, milliyetçiliği, on sekizinci yüzyılda moderniteye geçişteki siyasal, toplumsal ve kültürel meşruiyet ve bütünleşme sorunlarına karşı düşünsel bir cevap olarak târif eder. Onun görüşünde milliyetçilik “fikri”, yüksek Aydınlanma’nın en önemli târihsel mirasından doğdu (“özgür birey”in toplum ve siyasetin esas zümresini teşkil ettiği savları) ve yirminci yüzyılın akıldışı, gerici milliyetçiliklerinden farklıydı. Fakat Kohn’un düşünsel târihi, “millet” fikirlerini Rousseau gibi kuramcılardan modern toplumların tüm tabakalarındaki insanların günlük yaşamlarına taşıyan kültürel süreçlere yönelik detaylı toplumsal izahlar vermez.

            Milliyetçiliğin (ve modernitenin) kültürel kökenleri. Milliyetçiliğin kültürel nüfuzu, milletler hakkındaki fikirlerin modern toplumsal sistemlerde nasıl bilfiil yayıldığını izah etmek isteyen (kültürel antropolojiden etkilenen) sonraki târihçiler için bir anahtar tema oldu. Benedict Anderson, paradigma şekillendiren kitabı Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism (1983; rev. ed., 1991)[7]’deki modern millet inşası târifinde bu tür çalışmalar için etkili bir model sağlamıştır. Kohn’un düşünceleri çözümlediği yerde Anderson, milyonlarca insan için kendilerini aynı cemaatin bir parçası olarak “tahayyül etme”lerini mümkün hâle getiren gazetelerin, kitapların ve yönetsel bürokrasilerin gelişimini vurgular. Bu imgesel özdeşleşme eylemi, başından beri yeni kültürel kurumlara bağlıydı çünkü bu toplumlardaki dağınık insanlar, “hayâlî” hemşehrilerinin yaşadıkları yerlerin çoğunu hiçbir zaman tanımaz, hiçbir suretle görmez ve cemaatleri olarak tasavvur ettikleri milyonlarca birey hakkında hiçbir şey bilmezlerdi.

            Anderson’a göre kimliklerin bu dikkat çekici yeniden tanımı, erken modern çağda bilgiyi dağıtmak adına yeni teknolojilerle birlikte evrimleşen kültürel dönüşümlerden kaynaklanmıştır. Doğmakta olan Avrupa devlet sistemi ve sömürge imparatorlukları (Anderson, Amerika’daki Creole[8] memurlarının erken millî kimliklerinin üstünde durur), büyük bölgelerle özdeşleşmeyi teşvik eden adlî ve eğitsel kurumlar yarattı ama milliyetçilik, Anderson için, her şeyden önce “insan dilinin ölümcül çeşitliliği üzerinde kapitalizm ve matbaa teknolojisinin çakışması”na bağlıydı. Yeni teknolojiler, tümü “temel morfolojisi içinde modern millete zemin hazırlayan hayâlî cemaatin yeni bir şekline imkân yaratan”[9] gazete ve romanlardaki kültürel anlatıları yaydı. Okullarda, edebiyat ve gazetelerde milletlerinin hikâyelerini okuyan bireyler, günlük yaşamlarını sürdürdükleri yerel dünyalardan muazzam bir biçimde daha büyük olan halk cemaatleriyle özdeşleşmeye vardı.

            Milliyetçiliğin (ve modernitenin) iktisadî kökenleri. Diğer araştırmacılar, milliyetçi kültürleri şekillendiren iktisadî dönüşümleri vurgulamakta Anderson’un ötesine geçmişlerdir. Her ne kadar milliyetçiliğin iktisadî kökenleri, Marksist târihyazımından tanıdık bir konu ise de bu yorumun en etkili güncel savunucusu Ernest Gellner, savını bariz biçimde Marksist karşıtı bakış açılarıyla şekillendirir. 1980’lerdeki Marksizm’den genel kaçış, her nasılsa tüm Marksist bakış açılarını milliyetçilik çalışmasından tasfiye etmemiş ve Eric Hobsbawm’ın çalışması, bu tür kuramların, milliyetçiliğin modern iktisadî kuvvetlerle karmaşık bağına nasıl hâlâ önemli kavrayışlar sunabileceğini göstermiştir. Kuramsal farklılıklarına rağmen Gellner ve Hobsbawm’ın her ikisi de milliyetçilik târihinin, kapitalizm ve sanayileşmenin târihine iyice yerleşmiş olduğunda diretirler.

            Gellner, tarımsal toplumdan sanayi toplumuna dönüşümü, modern târihin temel özelliği olarak görür. Bu iktisadî gerçeklik, ulus-devlete hükmeden iktisadî ve siyasal kuruluşların akılcılaştırılması da dâhil olmak üzere modern toplumların tüm yönlerine tesir etti. Gellner, II. Dünya Savaşı sonrası sosyal bilimin bakış açılarından yararlanarak milliyetçiliği, modern ekonomilerin gelişimini hem kolaylaştıran hem de yansıtan bir çeşit araçsal ideoloji olarak târif eder. Sanayi toplumları; karmaşık iş bölümleri, yetişmiş iş güçleri, hareketli nüfuslar ve uzun mesafeler boyunca iletişim kurabilen işçilere gereksinim duyar. Hiçbir modern ekonomi; aynı dili okuyan, aynı kurallara uyan ve aynı teknolojileri kullanan çok sayıda insan olmaksızın var olamaz. Yaşamın bu iktisadî gerçekliği, Gellner’i onun ana temasına götürür: milliyetçilik; etkin, modern, sanayi ekonomilerini yaratan dil, eğitim ve hukukun birleştiren yapılarını temin eder. Gellner, kuramının tipik bir özetinde “milliyetçiliğin, sanayi toplumunun kendine özgü yapısal gereksinimlerindeki köklerinin hakikaten çok derin” olduğunu öne sürer. Sanayi toplumları, yeknesak millî kültürlerini yaratmak için daha eski “yüksek kültürler”den pekâlâ yararlanabilir fakat Gellner, milliyetçiliğin sanayileşen kültürüyle milliyetçilerin kökeni olarak savladıkları mitsel “önceden var olan kültürler” arasında hiçbir kayda değer devamlılık görmez[10].

            Hobsbawm, sanayi ekonomilerinin oluşumu ve yerel iktisadî sistemlerden ulusala dönüşümde de milliyetçiliğin rolünün üstünde durur. Örneğin Avrupalı milliyetçilikler, “liberal çağ” (1830-80) boyunca, millî ekonomilerin oluşumunu ve her zamankinden daha büyük bölgelerle nüfusların müşterek iktisadî ve siyasal kurumlarla bütünleşmesini meşrulaştırmaya yardım etmiştir. Milliyetçiliğin iktisadî yararlılığı, sosyalist hareketlerin, millî ekonomilerin liberal örgütlenmesine meydan okudukları geç Avrupa emperyalizmi çağında (1880-1914) da önemli kalmaya devam etmiştir. Hobsbawm her ne kadar milliyetçiler ve sosyalistlerin popüler, siyasal arzularının bazen örtüşebildiğini belirtse de ortak dilsel ya da ırksal hususiyetleri göklere çıkardıkları ve millî ekonomilerin içindeki çatışmalarla farklılıkları göz ardı ettiklerinde milliyetçilerin, elitlerin iktisadî gereksinimlerine hizmet ettiklerini kaydeder[11]. Dolayısıyla Gellner için olduğu gibi Hobsbawm için de milliyetçilik; daha eski toplumsal hiyerarşileri yok etmiş, yeni toplumsal kaygılara yol açmış ve yeni meşrulaştıran ideolojiler üretmiş modernleşen iktisadî süreçlerin güçlü bir siyasal ve kültürel ifadesidir.

            Milliyetçiliğin (ve modernitenin) toplumsal kökenleri. İktisadî değişimler, muhtelif zanaatlar ve toplumsal grupların statülerini hem de üretim tarzlarını değiştirmiştir. Bu toplumsal örüntü, milliyetçiliğin gelişimi için etkiler taşır çünkü milliyetçiler sıklıkla, toplumsal statü kaybeden veya kazanmaya çabalayan gruplardan taraftarlar cezbederler. Bu nedenle milliyetçiliğin kaynaklarını aramak, milliyetçi fikirlerin kendileri için en büyük albeniyi taşır gibi göründüğü o insanların toplumsal târihine dönüşmüştür. Örneğin “statü endişesi” teması, Liah Greenfeld’in Nationalism: Five Road to Modernity (1992)’sinde sık sık görünür çünkü o, milliyetçiliğin farklı kültürel bağlamlarda neden bu kadar etkili olduğunu açıklamaya uğraşır. Greenfeld, bireysel eylemliliği vurgulayan ve Gellner, Anderson ve Hobsbawm’ı da içeren diğer güncel araştırmacıların maddeci, yapısalcı ya da Marksist kuramlarına meydan okuyan klasik liberal bir bakış açısından yazar. Yine de Greenfeld, toplumsal etkiye sahip olmamaları bakımından mutsuz (mesela on sekizinci yüzyıl Fransa’sındaki asiller, on sekizinci yüzyıl Almanya’sındaki bağımsız aydınlar) ya da diğer milletlerle karşılaştırınca milletinin aşağılığı hakkında kaygılanan (mesela kendi milletlerini Fransa ve İngiltere’yle kıyaslayan Rus elitleri veya Alman aydınları) toplumsal grupların hınçlarına odaklanarak milliyetçiliğe dair kendi yapısal açıklamasını geliştirir.

            Bu gibi grupların “statü tutarsızlığı”, Greenfeld’in “içe işleyen bir kaygılılık ve güvensizlik hissi” diye adlandırdığı şeyi üretir ki bu, onları milliyetçiliğin statü genişleten taleplerine açık hâle getirmiştir -Fransız İhtilâli sırasında Alman aydınlarının örnek vakasında görüldüğü gibi. İtibar kazanmadaki acziyetlerinden epeydir hüsrana uğrayan Alman yazar ve filozoflar, milliyetçiliğin, “kendi sorunlarına pratik, bu dünyadan bir çözüm” sağladığını ve yabancılaşmalarına bir son verdiğini keşfetmişlerdir… Bu andan itibaren müdafaaya gayret ettikleri onur ve öz saygı, millî onur ve öz saygıydı. Kimliklerini değiştirmiş ve tutkuyla ve geri dönülemez bir biçimde Alman olmuşlardır”[12]. Milletin böylesine keşfi, Alman aydınları arasında olağandışı bir hız ve tutkuyla ortaya çıkmış olabilirdi fakat Greenfeld, benzer hınç milliyetçiliklerinin her nerede toplumsal değişimler veya yabancıyla karşılaşma varsa orada belirdiğini, görünüşte başarılı toplumsal grupların toplumsal statü ve kimliğe dair kaygılar ürettiğini öne sürer. Milliyetçilik, bu görüşe göre, insanın toplumsal tanınmaya dair sürekli arayışının modern, ideolojik bir ifadesi olur ve çoğunlukla en az saygıdeğer hisseden o insanlara seslenir.

            Milliyetçiliğin (ve modernitenin) siyasal kökenleri. Moderniteye geçişleri yaratan ve onlardan kaynaklanan düşünsel, kültürel, iktisadî ve toplumsal değişimlerin çoğu, egemen ulus-devletin bilhassa siyasal tasvibinde bir araya gelir. Ulus-devleti ululama, Fransız İhtilâli’nin yaygın bir teması hâline gelmiştir ki bu da milliyetçiliğin siyasal târihinin bahsinde neden neredeyse her zaman Fransa’nın etkisine atıfta bulunulduğunu gösterir. 1789 İhtilâli, pek çok târihçinin târif ettiği üzere, milliyetçiliğin târihöncesini oluşturan siyasal numunelerin (mesela ulus-devlet) ve ideolojilerin (mesela halkın egemenliği) zirvesine damgasını vurmuştur. Ancak aynı zamanda Fransa’nın İhtilâl’i, Fransız üstünlüğüne karşı olarak doğmuş müteâkip milliyetçilikler için de başlangıç noktasına damgasını vurmuştur. Belki daha da önemlisi, İhtilâl, nihayetinde bütün dünyada milliyetçiliklere yayılan fikir ve yöntemleri vücuda getirmiştir: egemen bir milletin ve millî vatandaşlığın tanımları, bir anayasa taslağı, modern bir ulus-devletin vatansever ritüelleri, umumî askerlik, millî eğitimin tesisi ve millî propagandanın yaygınlaştırılması[13].

            Fransız İhtilâli, böylelikle hem diğer milliyetçilikler için bir model hem de Fransa için yeni kurumlar yaratmıştır; gerçi Fransız modeli, kendilerini İhtilâl ve Napolyon karşısında tanımlayan Avrupa milletleri için hem pozitif hem negatif çağrışımlar taşımıştır. Yeni milliyetçiliklerin Fransız karşıtı bileşeni, elbette Almanya’da belirgindi fakat aynı zamanda Britanya milliyetçiliğinin (British nationalism) siyasal yapısını da şekillendirdi. Linda Colley’in Britons: Forging the Nation 1707-1837 (1992) [Britonlar: Milleti Yaratmak 1707-1837] kitabında târif ettiği üzere, Britanya millettaşlığı (British nationhood) fikri, Fransa’nın devrimci ve Napolyonik orduları karşısındaki savaşlar esnasında hızla gelişti. Britanya milliyetçiliği, siyasal kurumları her zaman alt sınıflara kapalı ve kayıtsız kalmış bir devlet yararına milyonlarca sıradan insanın harekete geçirilmesi için kuramlar ve duygusal özdeşleşmeler sağladı. Her nasılsa millî savaşımın bu yeni çağında İngiliz hükûmeti, diğer hükûmetler gibi, kendi varlığını sürdürmeyi güven altına almak için nüfusunun aktif desteğine gereksinim duydu ve geleneksel olarak dışlanan bu insanları milletin müdaafasına getiren, milliyetçilikti. “Devrimci ve Napolyonik Fransa karşısındaki savaşlar esnasında Büyük Britanya’daki kitlesel silahlanma,” Colley açıklıyor, “vatanseverliğin… toplumsal sınıflar arasındaki bölünmelere baskın çıktığının çürütülemez bir kanıtını sunmuştu”[14]. Millî düşman karşısındaki mücadeleye katılan her (erkek) kişi, milletin bir parçası hâline geldi ve dolayısıyla millî vatandaşlık hakları ile Britanya milletinin “hayâlî cemaat”ini ayakta tutan simgelerde temsil edilmeye hak kazandı. Fransız İhtilâli ve ona karşı savaşanların siyasal talepleri, böylece milliyet ve vatandaşlığın modern siyasal algılanma biçimlerini meydana getirdi. Yine de milliyetçiliğin ve güçlü millî kurumların bu modern siyasal kültürü, duygusal gücünün çoğunu dinin ve kültürün modern öncesi, hatta antik ritüellerinden aldı.

*Makalenin orijinali için bakınız: Kramer, L. (1997). Historical Narratives and the Meaning of Nationalism. Journal of the History of Ideas, 58(3), 525- 545. University of Pennsylvania, https://www.jstor.org/stable/3653913 (Çeviren: Mehmet Oğuz Turan)

[1] Peter Alter, Nationalism, tr. Stuart McKinnon-Evans (London, 1994), 4.

[2] Peter Sahlins, Boundaries: The Making of France and Spain in the Pyrenees (Berkeley, 1989), 270-71; ve bakınız Stuart Hall and Paul du Gay (eds.), Questions of Cultural Identity (London, 1996).

[3] Bütün dünyadaki milliyetçiliklerin kapsamlı bir etüdü Hugh Seton-Watson, Nations and States: An Enquiry into the Origins of Nations and the Politics of Nationalism (Boulder, 1977)’de bulunabilir; ve bakınız Geoff Eley ve Ronald Grigor Suny, “From the Moment of Social History to the Work of Cultural Representation,” düzenlenmiş derlemelerinde, Becoming National: A Reader (Oxford, 1996), 3-37.

[4] Liah Greenfeld, Nationalism: Five Roads to Modernity (Cambridge, Mass., 1992), 18. [Türkçesi için bakınız: Greenfeld, L. (2017). Milliyetçilik: Moderniteye Giden 5 Yol – İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve Amerika Örnekleri. (Çev. Abdullah Y.). Alfa Yayınları.]

[5] Hans Kohn, The Idea of Nationalism: A Study in its Origins and Background (New York, 1944), 10.

[6] Ibid., 237.

[7] (ç.n.) Türkçesi için bakınız: Anderson, B. (2023). Hayali Cemaatler & Milliyetçiliğin Kökeni ve Yayılması. (Çev. İ. Savaşır). Metis Yayınları.

[8] (ç.n.) Karayipler ve ABD’nin güney eyaletlerindeki ilk Avrupalı yerleşimcilerin soyundan gelen bir halk topluluğu.

[9] Benedict Anderson, Imagined Communities: Reflections on the Origin and Spread of Nationalism (London, 1983; rev. ed., 1991), 15, 49; birinci baskıdan alıntılar; ve bakınız Eric Hobsbawm ve Terrence Ranger (eds.), The Invention of Tradition (Cambridge, 1983) [Türkçesi için bakınız: Hobsbawm, E. ve Ranger, T. (2020). Geleneğin İcadı. (Çev. M. M. Şahin). Agora Kitaplığı.] ve John R. Gillis (ed.), Commemorations: The Politics of National Identity (Princeton, 1994).

[10] Ernest Gellner, Nations and Nationalism (Ithaca, 1983), 27-29, 35, 38, 48-49; 35’ten aynen alıntı. [Türkçesi için bakınız: Gellner, E. (2018). Uluslar ve Ulusçuluk. (Çev. G. G. Özdoğan ve B. E. Behar). Hil Yayınları.]

[11] E. J. Hobsbawm, Nations and Nationalism since 1780: Programme, Myth, Reality (Cambridge, 1990), 28-29, 38-41, 122. [Türkçesi için bakınız: Hobsbawm, E. J. (1995). Milletler ve Milliyetçilik: Program, Mit, Gerçeklik. (O. Akınhay). Ayrıntı Yayınları.]

[12] Greenfeld, Nationalism: Five Roads to Modernity, 15-16, 153-54, 186, 250, 265, 358-59 (son sayfalardan alıntı).

[13] Fransız İhtilâli’nin milliyetçilik üzerindeki etkisinin tipik bir özeti için bakınız Carlton J. H. Hayes, “The Rise of Nationalism,” Essays on Nationalism (1926; New York, 1966) kitabında, 46-48.

[14] Linda Colley, Britons: Forging the Nation, 1707-1837 (New Haven, 1992), 319.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir