Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.
Üniversitede araştırma görevliliği yaptığım yıllarda sınav gözetmenliği üzerimize düşen pek az görevden neredeyse en meşakkatlisi gibi görünüyordu. Her sınav biraz merak biraz da süreyi doldurma hevesiyle sorulara bakar, kafamda kendimce yanıtlar hazırlar, cevabımı hocaların ne kadar beğeneceğini kestirmeye çalışırdım. Yurtdışında ve yurtiçinde iyi eğitim almış bir hocamızın Türk modernleşmesi dersinde sorduğu soru ise o andan yıllar sonra, geçen ay yeniden aklıma geldi. Bu defa tumturaklı bir cevap verebilirim işte diye düşündüm. Soru şuydu: Avrupa Yakası dizisini Türk modernleşmesi bağlamında değerlendiriniz.
Şüphesiz soruyu ilk gördüğümde hoca öğrencilere kıyak geçmiş diye düşünmüştüm. Ne de olsa alt-sınıfın tüm stereotiplerini bünyesinde barındıran kapıcı ailesinin tekinsiz oğlu Gaffur, Tokatlı ama(!) üniversite mezunu Burhan, Kürt olduğu imâ edilse de doğulu kimliği ile öne çıkan ve şehirde yeni bir kültürel sermaye edinmeye çalışan Şehsuvar, zengin çocuğu Selin, reikiden yogaya, vejeteryan beslenmeden – şüphesiz dizi şimdi kaleme alınmış olsa vegan bir aktivist olurdu- caz sanatçılığına kadar meziyetlerle dolu Yaprak, kısacası “tip” olarak nitelendirebileceğimiz birçok “tek boyutlu” karakterle örülmüş dizi senaryosu öğrencilere soruyu cevaplamak için pek çok malzeme veriyordu. Ben de sınav süresince oturdum, kafamda güzel bir cevap yazdım. Doğu-Batı çatışmasını, yanlış batılılaşmayı, batılılaşırken teknikle beraber kültür alınmalı mı tartışmasını, sınıfsal tabakalaşmayı enine boyuna tartışan bir iskelet çıktı ortaya. Hayalimde hoca kağıdımı çok beğendi. Geçen aylarda Avrupa Yakası dizisini tekrar izlediğimde kendime o sınavdan koca bir sıfır verdim. O sınavda şimdi gözetmenlik yapıyor olsam, şüphesiz ki zihnimde Avrupa Yakası’ndan sonra Türkiye’de neden daha iyi bir sitcomun yazılamadığını anlatan bir kağıt tasarlardım.
O gün o sınava verdiğim cevabın toyluğunu şüphesiz Avrupa Yakası’nı çok küçük yaşta izlemiş olmama bağlayabilir, işin içinden sıyrılabilirim. Ne var ki esas sorunun o yıllarda klasik Türk modernleşmesi anlatısının dışına çıkamamamdan kaynaklandığını şimdi görebiliyorum. Ben Avrupa Yakasını hep çatışmalar dünyasının bir parodisi olarak izlemiştim son günlere kadar. O, doğuyla batının, Avrupa ile Anadolunun, zengin ile fakirin, şehirliyle köylünün, okumuş ile cahilin, ileri (!) ile gerinin çatışmasından doğmuş bir diziydi. Şimdi ise görüyorum ki diziyi bu kadar ikonik yapan şey, onun bir çatışmalar değil bir karşılaşmalar komedisi olmasıymış. Artık görüyorum ki Fatoş, Dilber Hala, Tacettin ve Selin’in steril stereotipliklerine rağmen hemen her karakter bu karşılaşmanın farklı dışa vurumlarıymış. Dizi, Amerika’da yüksek lisans yapmış Aslı’nın otuz yaşın verdiği özgürlükle beraber evlenme baskısının yükünü omuzlarında taşıyışı, Şehsuvar’ın şivesini değiştirmeden Nişantaşı’nın en popüler mekanlarından birinin işletme müdürü oluşu, Cem’in gönlünü aynı evde yaşadığı Victoria’dan sonra her akşam saat 8’den önce evde olması gereken Aslı’ya kaptırışı, doğu felsefesi ve tüm popüler şifalanma pratiklerinin Türkiye’deki muhtemel ilk temsilcisi Yaprak’ın Volkan’ın ataerkil söylemlerinde vahşi bir çekicilik bulması, Burhan’ın iş arkadaşları tarafından kabul görme isteğini Tokatlılığının galebe çalması, Gaffur’un Kenan Doğulu şarkısında apaçi dansı yapması, İffet hanım ve Tahsin beyin ramazanda oruç tutup yılbaşında şarap içmeleri ve daha nicesi zıtlıklardan müteşekkil bir kaos değil, farklılıkların ahenginden ortaya çıkan bir şenlikmiş. Doğu ile batı, Avrupa ile Anadolu, zengin ile fakir, eğitimli ile eğitimsiz, şehirliyle köylü her zaman çatışmazmış. Doğu ile Batı aynı iş yerinde çalışır, birbirleriyle konuşur, şakalaşır, küser, barışır, bazen Türk kahvesi bazen de Americano içermiş. Avrupa ile Anadolu birlikte bazen suşi yese de çoğunlukla tavuk-pilav yer, tavuk göğsüne vanilya konulur mu diye tartışır, dini bayramları da milli bayramları da sevinçle karşılarmış. Zengin ile fakir aynı semti hatta aynı apartmanı paylaşır, benzer şekillerde eğlenir, aynı televizyonu izlerlermiş. Eğitimli de eğitimsiz de birbirine saygı duyar, farklı dünyalarına rağmen arkadaşça vakit geçirebilir, komşuluk yapabilirlermiş. Şehirli köylüye, köylü şehirliye bilmediklerini öğretebilir, birbirlerini destekleyip bir arada yaşayabilirlermiş. Dedim ya, bu bir karşıtlıklar değil, karşılaşmalar dizisi.
Şimdi size neden Türkiye’de Avrupa Yakası gibi bir sitcom bir daha çıkmadı diye sorsam, bana dizi sürelerinin sürekli uzamasından, TV kanallarının gözünü para bürümesinden, Türkiye’de mizahın gelişmemişliğinden ve Netflix ile yabancı sitcomlara erişimin artmasından dem vurabilirsiniz. Tüm bunların hepsini kabul etmekle beraber ben başka bir farklılık görüyorum. Bence fark 2000’lerin Türkiye’si ile 2020’lerin Türkiye’si arasındaki uçurumun bir eşinin doğu ile batı, zengin ile fakirin arasına girmesi. Fark şehirli ile köylünün, Avrupa ile Anadolunun, varsıl ile yoksulun artık aynı yerler çalışamıyor, yaşayamıyor ve eğlenemiyor olması. Fark artık melezliklerin yok olması, siyah ile beyazın ayrışması, bireylerin gittikçe tarafigirleşmesi, toplumun polarize olmasında yatıyor. Fark, karşılaşmaların yerini çatışmalara bırakmasında, farklılığın doğurduğu zenginliğin kaosa dönüşmesinde, gelir adaletsizliğinin artmasında yatıyor. Böyle giderse Türkiye’de yeni bir Avrupa Yakası izleyemeyeceğiz. Avrupa Avrupa’da, Anadolu Anadolu’da kaldı. Zenginler tatildeyken evlerine tıkılı kalmış yoksulların bir komedisi yazılır mı bilmem. Ama televizyon izleyecileri üzülmesin, televizyonlar boş kalmaz. Bundan sonra bol bol dram izleyeceğiz gibi görünüyor.