Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 5 dakikadır.
Milliyetçi Hareket Partisi’nde, henüz çocukken babamın elimden tutup götürdüğü kurultayları saymazsak, kıyısında köşesinde bulunduğum ilk kurultay gerçekleştiğinde 21 yaşındaydım. Bir Ramazan günü arkadaşımızın evinde beraber sahur yaptıktan ve kısa bir süre dinlendikten sonra takım elbiselerimizi giyip polis bariyerlerinin ve Türkiye’nin dört bir yanından gelen araçların sebep olduğu kilometrelerce yürüyüşün ardından Ankara’nın epey dışında yer alan otele ulaştığımızda içimizdeki değişim heyecanını sanıyorum bizden yaşça küçükler ancak tahmin edebilirler. 1997’de başlayan bir yönetim anlayışının değişeceği düşüncesi, milliyetçiliğin ve ülkücülüğün Türk milletiyle, belki ilk defa, kucaklaşacağına dair duyulan inanç ve bu sonuca ulaşmak için namzet olmuş siyasilerin oluşturacağına inanılan olumlu etkiye duyulan ümit…
O yaştaki bir ülkücünün, memleketin mevcut halini düşündükçe içini kaplayan teessürün ve gençliğinin enerjisine güvenerek duyduğu özgüvenin etkisiyle bir sel gibi aşmayı beklediği bir bendin Türkiye’deki üçüncü yol arayışının genel merkezinde örülmüş olduğuna ettiği imanı gözünüzün önüne getirin. O yaştaki düşüncelerimin aksine siyasi bir hareketin ufacık bir parçasının ilk olarak bu engeli aşmaya, sonrasında ise nurlu ufuklara ulaşmaya şeksiz şüphesiz iman etmesi, doğruyu söylemek gerekirse çocukça geliyor artık bana.
Peki neydi herhangi bir genci MHP’deki değişimi heyecanla beklemeye, sonrasında bu kurultayın belki de planlanmamış bir meyvesi olarak ortaya çıkan İYİ Parti’de kısa bir süre de olsa siyaset yapmaya, sonrasında ise İYİ Parti’den de aradığını bulamayarak ayrılmasına sebep olan motivasyon? Elbette o ya da bu lidere duyulan kuşkusuz inanç veya “Bir şey değişecek, her şey değişecek!” kuruluğundaki değişim hastalığı değildi bu sebep bana kalırsa. Başarısı veya doğruluğu tartışmalı olsa da tutarlı olduğuna inandığım bir siyasi tarih okuması vardı, bu beklentilerin altında.
Buna göre, Türkiye’de siyaset, ta Serbest Parti’den başlayarak iki ayrı elit grubunun veya cemaatin çizgilerini çektiği merkezin birazcık sağında ve solunda ama her halükarda içinde yer alan siyasetle iştigal eden insanların uğraş edindiği bir meslek olarak varlığını sürdürmekte. Bu meslek, bir monarşinin tasfiyesinin ardından kurulan ulus devletin kurumsallaşma sürecinde yaşanan zorluklarla birlikte ortaya çıkan çıkar çatışmalarında tarafını seçme zanaati. Devletten ve devletin merkezinde yer alan bürokrasiden yana mı tarafsınız, yoksa merkezde yer alan ve taşrada etkisi belki devletten daha fazla olan sermayeden yana mı? Çizgileri gayet esneklikten uzak bir şekilde çizilmiş toplumsal kuralların zorlanmasının akla getirmenin bile sakıncalı olduğu bir siyasal düzlemde, toplumun, işçinin, köylünün cehaletinden şüphe duyulmadığı bir ortamda ilerici olanın, okumuş olanın, tercihlerini belirleyen siyasal iklimi sorgulamadığı bir tabloda merkezde olmanın anlamı bundan daha farklı olabilir mi ki? Askeriyenin, akademinin, yargının veya sermaye sahiplerinin hassasiyetlerini yansıtmanın para etmediği sandıkta, söylev üstadlarının halkın hassasiyetlerini benimsiyormuş gibi yaptığı bir tiyatroda merkezde olmak ne ifade edebilir? Getirin gözünüzün önüne; Fethi Okyar’ın, Menderes’in, Demirel’in veya Özal’ın halkın hassasiyetleriyle kurduğu bu ilişki sorgulanmaya muhtaç değil mi? Velhasıl, Cumhuriyet’in ilk 80 yılında sınırları çizilen ve sıkıca korunan merkezin, birazcık, sağında veya solunda olmayı reddeden bir siyasal hareket ne kadar var olabilmiş, politika yapmaya ne kadar imkan bulabilmiştir?
Merkezin birazcık sağında veya solunda yer almaya yönelik reddin Cumhuriyet tarihinde üç farklı cepheden geldiğini söylemek de mümkündür sanıyorum; Ülkücülerden, Milli Görüşçülerden ve Sosyalistlerden… 1950’lere ve 60’lara gelindiğinde halihazırda Türkiye’de erk sahibi olan sermayenin ve devletin biraz dışına taşmaya çalışan hareketlerin mevcudiyeti hangi açıdan baktığınıza göre farklı yorumlamalarla anlam bulmaya hazır olsa da en büyük ortak noktalarının taşradan büyük şehirlere eğitim veya çalışma maksadıyla gelmiş ve düzenin dışında kalmış gençlerden müteşekkil bir tabana sahip olmaları olduğunu söylemek sanıyorum ki mümkün. Bütün bu politik hareketleri, kendi adlandırmalarından bağımsız olarak, bir üçüncü yol arayışı olarak sınıflandırıyorum. Toplumsal etkisini güçlendirme çabasına ve bu sayede politik hayattaki mevcudiyetini güçlendirme uğraşına sahip bir üçüncü yol olabilme iddiası… Türkiye’deki politik iklimin belirlediği hassasiyetlere değil, işçi sınıfının, ümmetin veya milletin hassasiyetlerine göre politik iklimi belirleme uğraşına ne denli saygı duyduğumu, öyle inanıyorum ki, anlatamam.
Bu üç üçüncü yol arayışı arasından neden milliyetçi / ülkücü arayışı benimsediğim, bunda ailemin etkisinin ne olduğu gibi sorular bir başka beyin fırtınasına konu olacak. Bu yazıda 2000’lerin ortasından itibaren politikayı takip eden bir gencin merkez sağ ve merkez sol olarak konumlandırılabilecek siyasi partiler dışında yer alan güçlü tek siyasi aktör olarak Milliyetçi Hareket Partisi’ni bulduğu ve MHP’nin buna nasıl mukabele ettiği konusuna geçmek daha doğru olmalı. Her ne kadar “merkez sağa oynama” çiğliğinin MHP’yi de bir dönem etkilediği bilinse ve bu çiğliğin kendine has bir karakteri olan bütün siyasi hareketleri renksiz, kokusuz bir hale büründürme etkisi kendini hissettirse de tabanıyla, söylemiyle ve kadrosuyla ülkücü bir hareketin varlığı, merkez sağı doldurma iddiasına sığmayan bir gerçek olarak 2007 seçimlerinde kendisini ispat etmişti.
MHP’ye yönelik dahilden ve hariçten gelen bütün eleştirilerden azade çözüm süreci denen garabetin, Kıbrıs’ın yok yere peşkeş çekilmesinin, Türkiye’deki sosyal ve kültürel yapıtaşlarının birer birer çözülmesinin, ranta dayanan büyümenin ve mali kaynaklarla birlikte yetişmiş insan kaynağının heba edilmesinin gündemi belirlediği siyasal iklimde üçüncü yola duyulan ihtiyacın en derinden hissedildiği dönemde MHP ne yaptı biliyor musunuz? Bence imkânları ve ödevleri yanında kocaman bir hiç. 7 Haziran 2015 seçimlerinde milletin yaptığı çağrıya verdiği yanıt neydi biliyor musunuz? İnsanı çıldırtan bir sessizlik, bir tepkisizlik…
İşte üçüncü yolun, politik, iktisadi, sosyal ve kültürel çözümler üretmesi gereken bir dönemdeki bu durgunluğu değiştirebilme, milletle üçüncü yolu buluşturabilme heyecanıydı “tarla kongresinin” yapılacağı salona yürürken beni motive eden. Olmadı. Yapamadık. Sebepleri çeşitliydi, müsebbipler belliydi.
İYİ Parti’nin kurulacağı konuşulmaya başlandığında MHP’deki değişimin artık imkânsız hale geldiği çoktan kabul edilmiş, baş koyulan o yoldan dönülmüştü. Yine de yuvasını bırakıp gider mi insan? Sessizce gününü bekleyip, değişimin ve gelişimin fırsatını kollardı değil mi? Gel de bekle. 2017 referandumuna evet diyen, ilk seçimlerde cumhurbaşkanı adayının Recep Tayyip Erdoğan olduğunu ilan eden iradeye gel de evimizin başı, yuvamızın direği de.
İYİ Parti işte bu heyecanın devamıyla, değişime olan inancın adresinin değiştiği iddiasıyla kuruldu. Bakmayın “merkez sağa oynama” iddiasına, bakmayın milli merkez söylemlerine. Taş gibi ülkücü irade, taş gibi milliyetçi değişim beklentileri, taş gibi üçüncü yol arayışı kurmuştu İYİ Parti’yi.
İYİ Parti kurulduktan sonra baş etmek zorunda kaldığı siyasi zorluklar, partiyi karşılayan şartlar bu yazının konusu değil ama bütün o şartların ortaya çıkmasının ardından, ne olduysa oldu, hükümet sisteminin etkisiyle, seçime girme isteğiyle İYİ Parti üçüncü yol olma iddiasını terk ederek, iki yoldan ehveni şer olduğunu düşündüğünü tercih etti. MHP’nin bu iddiasını yitirmesine sebep olan tavrın farklı istikamette olmasına rağmen aynısıyla.
Üçüncü yol iddiasını kaybetmiş olan İYİ Parti, milliyetçilikle merkez sağı cem edebileceğine duyduğu inançla, kuruluş sürecine ettiği ihanetle bugünlere geldi. Yeri geldiğinde sağ kanatta yeri geldiğinde 10 numarada oynayabilen adeta bir Messi olduğuna inanmasına sebep olan neydi bilmiyorum lakin Meral Akşener, 2023 seçimlerinin ardından üçüncü bir yol olma iddiasını kaybettiğinin bir ölçüde farkında. 2023 seçimlerinin muhasebesini yapacağına inanılan Kurultay’da, yaptığı en büyük hatanın CHP’den 15 milletvekili transfer etmek olduğunu ima etmesi bu farkındalığın bir işareti aslında. Tabii insan sormadan edemiyor, bir oğlu GİK üyesi ve milletvekili adayı, bir oğlu Gençlik Kolları Genel Başkanı olmuş, kendisi önce Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi’nde İYİ Parti grubunda görev almış sonra milletvekili olmuş siyasetçilerle, listeleri adayların banka hesaplarına bakarak belirleyen zihniyetle üçüncü yol olma iddiası beraber götürülebilir mi? Bu iddianın doğmasına sebep olan 2015 ile 2018 yılları arasında yürütülen mücadele Melih Gökçek’in yol arkadaşlarına makam mevki kazandırmakla taçlanmış sayılır mı?
Velhasıl 2016’da MHP’nin, 2023’te İYİ Parti’nin temsil iddiasından vazgeçtiği üçüncü yol, bence, yeni aktörlerini bekliyor. İYİ Parti’nin iki hafta önce gerçekleştirdiği kurultay, üçüncü yolun gerekliliğine dair inancı perçinlemekle birlikte, bu yolun metodunun siyaset olup olmadığı meselesine dair daha dikkatli bir inceleme ihtiyacını ortaya çıkarıyor.