Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 7 dakikadır.
2023 senesinin Türkiye ve ona kuvvetli hislerle bağlı olan bizler için çok çeşitli anlamlar içeren bir sene olacağı aslında uzun zamandır belliydi. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını kutlayacağımızı bildiğimiz bu yıla halk arasında yüklenen manalardan tamamen bağımsız bir şekilde kendiliğinden gelen bir önemi haizdi. Bu sene içerisinde yaşayacağımız muhtelif olayların hafızamıza kazınacak ve bizlere çeşitli dersleri bir kez daha verecek olduğunu ise elbette 2023 yılının başında bilemiyorduk. 6 Şubat’ta Kahramanmaraş merkezli gerçekleşen depremlerin, şehirciliğimiz, afetlere yaklaşımımız ve devletle ilişkimiz bağlamında çok da yeni olmayan ama hayati önemde dersler vereceğini de. Cumhuriyetimizin yüzüncü senesini mihenk taşı belirlemek isteyen sanayimizin yerli bir araba, yerli bir uçak gemisi ve yerli bir savaş uçağını fabrikadan çıkarabilecek bir güçte olduğunu ise projeleri belirli bir yakınlıktan takip eden kişiler dışında pek kimse bilmiyor, hatta buna inanmıyordu sanırım. Aslında, başka bir olay vardı ki 2023 yılında yaşanan birçok gelişme arasında Türk milleti için en önemli dersi ortaya koyan, Türk milletinin nasıl yönetilebileceğine dair ipuçları veren bir gelişme vardı ki, toplumsal kutuplar arasındaki ezbere yaşanan tartışmalar arasında önemi gittikçe eridi, yok oldu.
2023 yılına girilirken, henüz deprem felaketi de yaşanmamışken, bir sonraki seneye bırakılabilecek en önemli gündem maddesinin, belki de 2023’ün “climaxinin”, 21 yıl boyunca ülkeyi yöneten Recep Tayyip Erdoğan’ın ve partisi AKP’nin sandıkta yenilmesi olacağına inanıyordu bir kesim. Türk demokrasisinin düştüğü yerden kalkışının simgesi haline gelecek olan bu olayın yıllarca konuşulacağını düşünüyordu ve sadece buna odaklıydı birçok insan. Zira bu kutlu güne hazırlanmak için iktidar partisinde genel başkanlık yapmış olan Davutoğlu’nun, AKP’nin en parlak günlerinde kadronun yıldızı olarak yer almış Babacan’ın ve irili ufaklı birçok muhalif figürün katılımıyla 2019 yerel seçiminin galibi (!) olan Akşener ve Kılıçdaroğlu cephesi daha güçlenmiş, adeta 2023 seçimleri için gün saymaya geçmişti. Sosyal medyada ve hala kimin fonladığın meçhul olan geleneksel medyada yeni yeni yer almaya başlamış TV kanallarında erken zafer çoktan ilan edilmişti bile. İşte bu tabloda, geçtiğimiz sene bu günlerde, 3 Mart 2023 gününe yaklaşırken, bu kutlu zaferde “sadece ismi geçecek olan” cumhurbaşkanı adayının belirlenmesi gibi ufak bir detay kalmıştı geriye.
Aksi mümkün müydü? Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en büyük ekonomik kriziyle yüzleşiyor, hükümetin ve iktidar partisinin yıpranmışlığı tarihin en büyük konsensüslerinden birisi olarak kulaktan kulağa yayılıyordu. Türk milletinin, daha önce yaptığı gibi, otoriter bir lider ve adeta tek parti sisteminden kurtulacağı gün gelmişti. Bir kırat gibi şahlanacaktı demokrasimiz, peki ya bu kıratın süvarisi kim olacaktı?
Tabii ki, yazılan bu tarihi demokrasi hikayesine yaraşır biçimde son derece katılımcı bir süreç işletildi. Sivil toplum kuruluşlarının, vatandaşların ve çıkar gruplarının katılımıyla toplantılar düzenlendi. Geniş katılımlı anketler yapıldı. Masanın etrafına oturmuş siyasi partilerden kimi temayül yoklamasıyla kimi ise teşkilatlarıyla istişareler gerçekleştirerek “saf kötünün” yenilebilmesi için en doğru adayın kim olduğunu tespite çalıştı. Ortaya atılan isimlerden memleketi yönetmeye en layık, seçimleri kazanmaya en yakın ve Türkiye’ye dair projeleri en güçlü olanları ön seçim yoluyla tespit edilerek Türkiye’nin güncel problemlerinin çözüleceğine dair güvence milletin tamamına verilmiş oldu. Böylece seçim kazanıldı, Türkiye’nin en önemli problemleri olarak görünen iktisadi problemler çözülmeye yaklaştırıldı, yapısal reformlar gerçekleştirildi, terör bitti, dış politikada görece bağımsız ve kendi çıkarlarını önceleyen bir anlayış geliştirildi ve toplumsal sorunların çözümü için büyük bir mesafe kat edildi. Mutlu Son…
Elbette, vatandaşın mutluluğunu, refahını ve katılımını önemseyen insanların siyaset yaptığı, sıradan bir vatandaşın siyasette söz sahibi olabildiği bir ülkede, süreç muhtemelen böyle işlerdi. Bugün yayımlanan bu yazı da yeni yönetimin başarılarını takdir veya tenkit eden bir muhteviyatta olur, en azından görüşünün önemsendiğini bilen insanların sahip olduğu özgüvenle siyaset yapımına dair birkaç kelam ederdi. Oysa, 3-6 Mart tarihleri arasında yaşanan gelişmeleri tahlil etmek mecburiyetinde olan, bu sürecin iyi analiz edilmesiyle bir gün Türkiye’de gerçek bir zihniyet değişiminin yaşanabilme ihtimalini ancak hayallerinde görebilen bir yazı ve yazarla karşı karşıyayız bugün.
5 yılda bir genel, 5 yılda bir de yerel seçimlerde sandık başına giderek ülke yönetimine dahil olduğumuz yanılsamasına sahip olan bizler, bu yanılsamanın gerçek bir kandırmaca, bir oyun olduğunu fark etmek yolunda bir adım atabilirsek ne ala diyerek 3-6 Mart sürecine dair birkaç kelam etmek istedim yalnızca.
Öncelikle, ideal bir düzlemde demokrasi dediğimiz sistemin, oy verme hakkına sahip vatandaşlarla bu vatandaşların oylarına talip olanlar arasındaki iletişimi mümkün olduğu kadar güçlü tutmakla işlerlik kazandığına inanan bir insanım. Eğer bir memlekette demokrasiden bahsedeceksek, bunun sandık başında çeşitli ilüzyon ve kutsallara taraftar bulma ve bu kutsalları sahiplenen insanların kellesini sayma fonksiyonuyla sağlanamayacağının açık olduğuna inanıyorum. Bunu çeşitli mecralarda da ifade etmiş olmakla birlikte Türkiye’de yapılanın Kürtler buraya, milliyetçiler şuraya, dindarlar oraya, Atatürkçüler beriye denmesinden ötürü bir anlam ifade etmediğine bütün kalbimle inanıyorum. Bu tavrın en açık göründüğü yer ise geçtiğimiz senelerde bugün yaşanan fecaatle ortaya çıktığını düşündüğüm için o günlere gerçekten çok önem veriyorum. Peki, neydi o gün sınandığımız şey?
Derdim bu yazıda Meral Akşener’in çağrısına kulak verilmemesini hatırlatarak Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nun Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu manzaradaki suçunu haykırmak falan değil. Derdim şu; Türkiye’de siyasetçiler, en azından büyük bir çoğunluğu, siyaseti yalnızca pejoratif anlamda siyasetçi oldukları için, yani tamamen kendi nam ve hesaplarına yapıyorlar, bunu vurgulamak.
Öncelikle Türkiye’de siyasetin vatandaşın istek ve ihtiyaçlarından kaynaklanmadığını, tam aksine ortaya konan siyaset ve söylemlerin vatandaşın istek ve ihtiyaçlarını yönlendirerek ortaya çıkardığını ortaya koyması açısından 3-6 Mart 2023 tarihleri arasında yaşananlar, çok güzel bir örnekti. Tabanın kesinlikle istemediği bir adaylığı, birkaç medya mensubu, birkaç anketçi, birkaç siyasetçi ve tavrını çıkarına göre belirleyen birkaç kanaat önderi ile bu denli meşrulaştırarak rıza üretiminin en başarılı örneklerinden birinin gerçekleştiğinin farkında mıyız, bilmiyorum. Kıymeti kendinden menkul insanların ekran karşısında, klavye başında atıp tutarak yüz binlerce vatandaşı bir şeye ikna etmesi, bunun aksini savunmayı düşünen neredeyse kimsenin siyaset camiasında yer almaması hakikaten takdire şayan.
Bu yaşananların bizim, sıradan vatandaşların, kulağına küpe olması gerekiyor. Özetle, bir genel başkan, namı diğer demokrat dede, cumhurbaşkanı olmak istiyor. Kendisi şüphesiz bir biçimde biliyor ki bu ülkeyi mevcut cumhurbaşkanından daha iyi yönetecek. Bu isteğini, sadece kendi isteklerini gerçekleştirmek amacıyla var olan, bunu yapamadığı ölçüde kapının önüne koyulacağını bilen danışmanlarıyla paylaşıyor önce. Bu danışmanların yönlendirmesiyle, beraber siyaset yapmak isteyeceği, kendi seçtiği insanlardan destek istiyor, beraber yol yürümeyi teklif ediyor seçimlere iki sene kala. En doğru adayı bulacağına insanların bir kısmının inandığı masanın etrafında oturan genel başkanlara verdiği siyasi rüşvetlerle, onları da ikna edebiliyor. Ardından sıra genel başkanı olduğu partinin kendisi istemeseydi aday olamayacak olan belediye başkanlarının fonladığı, ve muhtemelen asla kendi ayakları üzerinde duramayacak olan, televizyon kanallarındaki kanaat önderlerini, fikir adamlarını kendi adaylığının doğru olduğunu söylemeye davet ediyor. Söylemeyeni ise, varlığından büyük keyif aldıkları izlenirliği, okunurluğu ve en önemlisi itibarı elinden almakla tehdit ediyor yarım ağızla. Sonra başka başka mahallelerin bir ara etkili olmuş figürlerini ağırlıyor makam odasında. Memleketi onlarla birlikte yöneteceğini, onun kazanmasının kendisiyle pazarlık, pardon yol arkadaşlığı, yapmış insanların da kazanması anlamına geleceğini paylaşıyor onlarla. Bu yolu beraber yürürken hayli yüklü huzur hakkı alacak olan yol arkadaşlarına hayli ihtiyaç duyacak ne de olsa bakanlıkları, kamu kurumlarını vs yönetirken. Birkaç anket şirketi sahibine de partinin kasasından tamamen profesyonel hizmetleri karşılığında kestikleri faturaların hakkını da ödedi mi, kim karşı çıkacak değil mi adaylığına? Zaten karşı çıkanın iktidara çalıştığını söylemeye can atan kadrolar kurulmadı mı şimdiye kadar? Onlar da görevlerini yapacaklardır. Bütün hikayenin sonunda mevcut cumhurbaşkanının karşısına çıkan ve ondan daha iyi bir cumhurbaşkanı olacağına inanan sayın genel başkan, mitinglere, halk buluşmalarına başlıyor. Adaylığı kesinleştikten, kendisini milyonların tepkili olduğu cumhurbaşkanına tek alternatif haline gayet başarılı bir şekilde getirdikten sonra. Halka demokrasi anlatıyor, laiklikten dem vuruyor, herhangi bir şahsın kendi çıkarları doğrultusunda kurumların içini boşaltmasının, halkın paralarının boşa harcanmasının önüne geçeceğine dair söz veriyor. İnsanlar da ya inanıyor, ya inanmış gibi yapıyor. Başka çaresi mi var?
İşte geçtiğimiz sene yaşadığımız hadisenin özeti, kazansa da kazanmasa da sıradan Türk vatandaşlarına büyük bir siyaset dersi verdi, siyaseten rahmetli olmuş cumhurbaşkanı adayımız. Siyaset böyle bir şey dedi. Siz istemediğiniz halde, size sormadan, sizin namınıza ve sizi ikna ederek siyaseti böyle yapıyorum dedi. Sizi ikna etmek için büyükşehir belediyelerinin kasasından medya kuruluşlarına ve sözde gazetecilere paralar harcadım, partimin kaynaklarını anketçilere peşkeş çektim demedi. Sizi ikna etmek için değer verdiğiniz siyasetçilere makamlar, görevler vaat ettim, kimilerine milletvekilliği, kimilerine bakan yardımcılığı sözü verdim demedi. Onlar sizi düşündükleri için benimle yol yürüdüler dedi. Çok af edersiniz ama siz de yediniz, demedi.
Biz yedik, muhaliflerin büyük kısmı yedi. Ya da yemiş gibi göründü. Önemi yok, artık bir şeyleri sorgulama, bir şeyleri değiştirmek için irade göstermek vakti. En azından adına siyaset dediğimiz bu kurumu baştan aşağı sorgulama vakti. Söylemedi demeyin, biz yersek, biz siyasi partiler kanununu sorgulamazsak, biz güvendiğimiz, adına dostlarımızla kavga ettiğimiz siyasetçilerin güvenilirliğini en azından kafamızda yerle bir etmezsek, bu hikaye tekrarlanıp duracak. Daha çok kandıracaklar bizi, bizim isteğimiz ve ihtiyacımızmış gibi gösterip makam araçlarıyla çok gezecekler. Geziyorlar da. Üç altı mart yirmi üç, ya yediğimiz kazığın farkına vararak siyaset kurumunu ve bizim için siyaset yapanları sorgulamamıza vesile olacak ya da hayli uzun bir süre adeta ikinci bir Zübük romanı, filmi olarak önümüzdeki kuşaklara bakın böyle siyasetçiler başarılı oluyor dememizin göstergesi. Her halükarda güçlü liderler veya güçlü sembollerin altına saklanarak siyaset yapan insanların isteklerinin 85 milyonun isteğinden çok daha önemli olabileceğinin dersini vermiş olmalı bize. Ne diyelim, bir daha üç altı martlar yaşamamak dileğiyle…