Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.
28 yaşındayım, süreçlerini neredeyse baştan sona takip ettiğim 3 yerel seçime şahit oldum şimdiye kadar. Bu seçimlerin ilk ikisinde kendimce bir taraf tutup bir adayı destekledim elimden geldiğince. Son seçimde ise Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayları arasından neredeyse seçime bir hafta kalana kadar hiçbirini kendime yakın hissetmiyor, hiçbirine oy vermeyi düşünmüyordum. Seçime beş kala, adayların birisine iftira atıldığını düşündüğüm, seçimlerin yine çirkinleşmesine şahit olduğuma kani olduğum için oy kullanmaya karar verdim. Bu tercihimden memnuniyetim bir yanda dursun, geride kalan üç seçimde de desteklediğim adayı destekleme sebebim projeleri, sıradan Ankaralının hayatına etkisinin ne olacağına dair düşüncelerim veya bir Ankaralı olarak beklentilerim değilmiş, geç fark ettim. Siyasi duruşları, ideolojileri veya aday oldukları partiler sebebiyle bu adayları destekledim, arkadaşlarımla tartıştım, gittim bu adaylara oy verdim. Kısacası boşa vakit harcadım.
Neden mi? Yirmi sekiz yaşımda fark ediyorum ki, desteklediğim veya karşısında durduğum adayların yalnızca siyasi kutuplaşmada sıkı sıkıya koruyabildikleri pozisyonları nedeniyle Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olduklarını veya başkan olmaya yetecek oyu aldıklarına kanaat getirdim de ondan. Yaşadığım şehir, Türkiye’nin başkenti, her geçen gün artan trafik sıkıntısı, düzensiz ve estetikten uzak kentleşmesi, günbegün ortaya çıkan yeni alışveriş merkezleri ve cazibe merkezleriyle (!) kent kültüründen gittikçe uzaklaşan, toplu taşıma namına hiçbir şeye sahip olmayan; kısacası bu şehirde yaşayan her insanı boğan bir hal aldı. Otuz, kırk sene önce kooperatifler yoluyla, o gün kuş uçmaz kervan geçmez olarak adlandırılan bölgelere, düzgün bir şehir planıyla inşa edilen semtlerde (Eryaman’ın, Ümitköy’ün ve Batıkent’in belirli bölgeleri) veya üniversite kampüslerinde yer alan lojmanlarda yaşamıyorsanız, bu şehrin size vaat edeceği pek bir şey yok diyebiliriz sanıyorum.
Bilmiyorum çok mu karamsarım lakin Ankara’nın tam göbeğine nasıl yapıldığına rasyonel hiçbir yolla anlam veremediğim dip dibe yer alan millet bahçesi manzaralı gökdelen sitesi dahil, milyonlarca lira vererek konut satın alabildiğiniz yeni projelerde dahi balkonlardan karşı komşuyla sohbet edebileceğiniz mesafelerde yaşamlarına devam etmeye çalışıyor insanlar. Yaşadığınız evden başınızı çıkarmak istediğinizde ya gittikçe İstanbul’a benzediği esprisiyle kendinizi kandıracağınız trafik ya da araçla on dakikalık yolu kırk beş- elli dakikaya çıkarmaya mahir bir toplu taşıma sistemi bekliyor sizi. Şehrin merkezi olması bende her daim büyük bir teessür uyandırmış Kızılay’a ulaştığınızda ruhsuz yapıların, düzensiz binaların arasında insan seline kapılıp gittiğinizde nefes alabileceğiniz bir mekan kaldı mı, inanın bilmiyorum. Yaklaşık 6 milyon insanın hafta sonunu değerlendirmek için bir elin parmağını geçmeyecek sayıda alternatif arasından tercih yaptığından, gideyim nefes alayım dediğiniz bir yerde daha da bunalacak olmanızın hayli olası olması da canınızı sıkacaktır elbette. Peki, insana, en azından vatandaşına değer verdiğini düşündüğünüz bir ülkenin üzerine koyduğunuzda elinizi bir haritada, başkentinde buna benzer bir manzarayla karşılaşacağınızı düşünüyor musunuz?
Ben size söyleyeyim, hayır. Ekonomik olarak dışarıya fazlasıyla bağımlı olsa da Sovyet şehir planlamacılığının izlerini göreceğiniz Bişkek’te de, iki devlet tek millet dediğimiz Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de de, kültür, sanat, moda başkenti Paris’te de, velhasıl aklınıza gelebilecek herhangi bir dünya başkentinde de durum böyle değil. Metrolar, yapımı pahalı geldiyse tramvaylar ve otobüsler, şehir sakinlerinin insan onuruna yaraşır bir şekilde ve arabaya ihtiyaç duymaksızın bir yerlere gidebilmesine imkan sağlayacak şekilde yıllar öncesinden planlanmış. Genci yaşlısı her insanın şöyle bir dolaşayım deyince gidebileceği geniş parklar, spor yapmak istediğinde kullanabileceği yürüyüş ve bisiklet yolları mevcut. Trafiğe kapalı ve görenlere adeta görsel şölen sunan tarihi ve estetik binaların bulunduğu kafelerin, restoranların ve dükkanların bulunduğu caddeler, meydanlar hepsinde bulunuyor. Kısaca çalışmak ve okumak dışında sıradan hemşehrisinin dinlenmek, eğlenmek ve gezmek gibi istek ve ihtiyaçlarını da karşılayan şehirler planlamış insanlar. Bunları niye anlatıyorum ki? Bu yazıyı okuyacak olan herkes bu gerçeğin öyle ya da böyle farkında değil mi?
Peki ya bizim başkanlarımız farkında mı? Bence değiller. Öyle olsalardı, Ankaralılar olarak Osmanlıspor’la, şehir giriş kapılarıyla, saçma sapan yerlere serpiştirilmiş saat kuleleriyle uğraşmış olmazdık değil mi? Anafartalar Caddesi’nde tek tip tabela uygulamasına geçeceğini belirten büyükşehir belediye başkanımızın yaklaşık üç senedir keyfini bekliyor olur muyduk? Ulus’un meydanındaki çirkinlik abidesi çarşıyı dahi iki buçuk senede anca yıkarak henüz yerine bir şey koyamamış, balık halinin yanına konteynerden geçici hal yapıp sonra hiç kullanmadan söküp götürmeye karar veren başkanın oy kaybetmesine engel olacak çözümler beklemiyor muyuz yıllardır? Evden çıkıp da dersimize gitmek için bir saatlik toplu taşıma macerası yerine 10 dakikada araçla gitmek için kontağı çalıştırdığımızda aklımıza bizi insan yerine koymuyor olmaları gelmiyor mu?
Bu soruları Ankara’da yaşayan her vatandaşın kendisine öyle ya da böyle sorduğuna eminim. Düzenlenen birkaç yeşil alana, dağıtılan sıcak çorbalara ve kırsal kalkınma namına sonucu belirsiz teşviklere kanıp kendinizi siyasal kutuplaşmanın bir tarafına ait hissetmeye devam ediyorsanız ayrı tabii. Ben önümüzdeki seçimlerde bununla yetinmemeyi düşünüyorum, yerel seçimler özelinde hayatımda ilk defa.
Ben, Ümitköy’deki evimden çıktığımda metroya mümkün olduğu kadar hızlı ulaşmamı dert edinen bir belediye başkanı istiyorum. Metroyla ulaştığım Ankara’nın tarihi merkezi olan Ulus’ta baktığımda keyif veren yapıları izleyerek arkadaşlarımla çay veya kahve içebileceğim bir ortamın tesisiyle ilgilenebilecek bir yerel yönetim arzuluyorum. Tarihi yapıların kent kültürünün ön plana çıkarılması amacıyla yeniden ele alındığı, Ulus Meydanı’ndan kaleye doğru yürüyüş yapmak istediğimde Yahudi Mahallesi’nden mi geçsem yoksa Hisar Parkı’ndan mı çıksam sorusunu kendime sorduğumda güvenlik açısından hiçbir endişe taşımadığım, o gün önünden geçmek istediğim dükkanlara göre kararımı vereceğim bir Ankara hayal ediyorum. Havalimanına zorlanmadan ulaşabildiğim, trafiği baş ağrıtmayan, mümkünse asfaltın altından akan derelerin güneş ışığına kavuşmasıyla dere kenarında yürüyüş yapabileceğim bir Ankara.
Seçimlere yaklaşık 5 ay kalmışken bu talepleri Ankaralılar dile getirirse bir değişim olur belki, ne dersiniz? Yoksa bundan dört sene önce 25 Kasım 2019’da alınan büyükşehir belediye meclis kararına rağmen bir arpa yol alınmayan Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı’nın kent müzesine dönüştürülememesinin sorumlularıyla, halkın parasını bitmeyen kulelere, kullanılmayan kaleye, gereksiz şelalelere harcayan iki aday arasında tercih yapmak zorunda kalacağız. Ve ben, bu tercihlerin sonucundan artık çok yoruldum. Mümkünse kardeşim gibi gördüğüm insanların, değilse kendi çocuklarımın insan yerine konuldukları bir şehirde yaşamalarını istiyorum. Siz de isteyin.
Tesbitler ne kadar doğru. Adeta seçeneksizlik içindeyiz. çok güzel bir site olmuş. keyifle okudum