Terörsüz Karadeniz

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.

            …Şehit Necmettin Atik, Şehit Sıddık Yavuz, Şehit Hacı Uzun… Şehit Serkan Yılmaz, Şehit Ercan Üzer… Şehit Emrah Sağaz, Şehit Murat Şahin… Ne zaman memleketime, Giresun’a gelsem havaalanından eve varıncaya kadar altından geçtiğimiz üstgeçitlerde yazılı bu isimleri, hiçbirini kaçırmama azmiyle okumaya çalışırım. Karadeniz sahil yolu boyunca uzanan ve her birisi bir şehidin ismini taşıyan sayısız üstgeçitten payımıza düşen kısmı, yol bitip evime varıncaya dek beni bin dertten alır bin derde sokar. Yol uzadıkça o üstgeçitler üstgeçit olmaktan çıkar, sanki kutsal bir şeye dönüşür. Saygı, hayranlık, üzüntü, keder ve tarifinden aciz olduğum daha nice his benliğimi sarar. Geride bıraktıklarını, dağılan mahvolan ailelerini düşünmeye ve acılarını duymaya gayret ederim. Oysa ne haddime.

            Hele bir isim var ki ne zaman görsem derin ama ölesiye derin bir boşluğa düşerim: Süleyman Kul. Elindeki çerçevede hemşehrisi şehit silah arkadaşının resmini taşıyıp onun için gözyaşı döktükten sonra aradan henüz bir ay bile geçmeden aynı çerçeveye girdiğini bilirim. Yaşamı elinden alındığında benimle aynı yaşta, daha 23 yaşında olduğunu da bilirim. Bildiğim için kahrolurum.

            Oğlunu toprağa veren ana-babaların, sevgilisini kaybeden sevdalıların, onları yaşayan ölüler haline getiren ve ömür boyu yasla yaşatan bu çileli ayrılığın boşa olduğunu hissettiklerini anımsayınca kendimden geçer, çıldırırım. Onlara, arkada kalan o kahramanlara bu zilleti reva görenlere karşı kin ve intikamla dolup taşarım.

***

            Köye vardıktan bir zaman sonra yaylaya çıkmak için tekrar yola düşeriz. 2-3 saatlik yol boyunca yüzlerle dağlar, tepeler, dereler yanımız sıra akıp geçer. Dağköyleri ve köyden çevrilmiş sözde mahallelerde, İstanbul’un bilmem hangi ilçesinden veya Anadolu’daki bir başka belediyeden hibe edilmiş çöp konteynırları gözüme ilişir. Sıra sıra sıvasız evleri bir hışımla atlatırken kimi zaman cam yerine çulla sarılı bir pencere pervazından, kimi zaman da kocaman meyve ağaçlarının tırmanılması mümkünsüz en uç noktasından asılmış Türk bayrakları, bu solgun manzarayı sarsar. Fakat yol ilerledikçe sefalet derinleşir.

            Bir yerden sonra asfalt bitip yerini taşlı topraklı yola bırakır. Az daha gidilince yolda dolanan birkaç çocuk beliriverir. Ellerinde bir kürek, yoldaki çukurları toprakla kapatırlar. Bazısının ayağında kara lastik bile yoktur. Devletin saklambaç oynadığı bu dağ tepelerinde, yolları onarmanın karşılığında gelip geçenlerden üç beş kuruş almayı umut ederler. Araçların kimisi de bekleşen çocuklara para yerine şeker, çikolata, meyve falan dağıtır. O da kabuldür.

            Gençliğini yaşamadan şehit olan, devletin gerektiğinde can vermesini beklediği çocuklar işte bunlardır. Ardından “boşa öldün, sanki benim için mi öldün” hakaretlerine layık görülenler de bu çocuklardır.

***

            Sabahın körü denecek saatte uyanırız. Temiz hava insana uykusunu çabucak aldırır. Elime bir kitap alıp kapının önünde okumak üzere eşiğe yöneldiğim sırada televizyondan saldırgan bir nida duyarım. ‘Terörsüz Tür…” demeye kalmadan babaannemin öfkeli sesi çınlar: “Ben, ha bu cahil gafamınan dedim. Onlar silah mı bırakır? Hep yalandan. Onlara can baş güvenip dirlik olur mu? Üç dene kefli silah yakmayna terör mü biter? İki seneye gapıya bacaya çıkamaz oluruk. Hep ha bu dağlar daşlar dolar.” ve sansürlemek zorunda bulunduğum daha nice sözler… “Âlim değilse âriftir” klişesinin hakkını veren babaannem, 70 yaşında, Giresun’da, dağların tepelerin ortasındaki yaylasında otururken memleketinin geleceğinden bu kadar güvensiz, bu kadar korkuludur.

            Ya ben? Ben de aynen böyle düşünürüm. Çünkü bundan aşağı yukarı 10 yıl önce obamıza asker geldiğini bilirim. Tertemiz memleketimizde teröre hemen hiç şahit olmadığımızdan o günkü korku ve şaşkınlığımızı da hatırlarım. “Karadeniz’e gönderilen gruptan 4 terörist kalmış” haberini aldığımızın ertesi kapımızda 4 asker belirince “Acaba bunlar gerçekten asker mi yoksa bir oyun mu var?” dehşetiyle geçirdiğimiz geceyi de hatırlarım. Ve nihayet gece aydınlanıp askerlerin tümünü görünce yaşadığımız mutluluk, kalacak yer ve yeme-içmeleri için bütün obanın nasıl yarıştığı da gözümün önüne geliverir. Obada ne kadar çocuk varsa hep beraber askerlerin etrafını sardığımızı, düşüncesizce sorular sorduğumuzu ve onların da bize tek tek silahlarının dürbünlerinden baktırdıklarını unutamam. Tüm bunları birer birer zihnimden geçirirken sonradan şehit düşen pek çoklarının da acısını duyarım.

***

            Memleketimin köylüsü, devletin saklambaç oyununa alışkındır. Kendi işini kendi görür. Ona kimsenin el uzatmayacağını, sırtını sıvazlamayacağını, hoş sözle gönlünü almaya bile tenezzül etmeyeceğini çoktan öğrenmiştir. Baba gördüğünün gözünde üvey evlattır. Her şeye rağmen babasına canıyla, kanıyla sahip çıkar. Bu arada ona her ne reva görülse sineye çeker ama bir yere kadar. Ne zaman ki babası, el oğlunun memnunluğu için öz evladını kurban etmeye kalkar o vakit ne baba ne ata dinler.

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir