Dil, Düşünce ve Yazmak Üzerine I: Müge Anlı’nın Düşündürdükleri

Athanasius Kircher'den Turris Babel

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 6 dakikadır.

Sana durlanmış kelimeler getireceğim

 

Müge Anlı ile Tatlı Sert izliyorum. Durumu meşrulaştıracak bir bahanem yok. Arasam, şüphesiz bulabilirim. Toplumu tanımak mesela, pek güzel bir sebep olabilirdi bu programın dönem dönem günlük rutinimin vazgeçilmez bir parçası olmasına. Bahane aramayı bıraktım oysa, gencim ve Müge Anlı ile Tatlı Sert izliyorum. Yemek yaparken, temizlik esnasında, bazen uzun bir günün ardından kafamı boşaltmak istediğimde, yıllardır dönemsel olarak artıp azalan bir ilgiyle takip ediyorum bu programı. Çok şeyler söylenebilir bu programa dair fakat ben en çok dil üzerine düşünüyorum Müge Anlı’yı izlerken, Türkçe üzerine, Türkçeyi kullanma becerilerimizin akıl melekesi üzerindeki o belirleyici etkisini düşünüyorum.

Programı düzenli takip edenler bilir, Müge Anlı ile Tatlı Sert sık sık Türkçenin Türkiye’nin dört bir yanında konuşulan türlü ağızlarını davet eder evimize. Farklı kelimeler, deyimler, oral artikülasyon biçimlerine evinizi açmak demektir Müge Anlı izlemek. Yer yer adeta bir tür çağdaş print capitalism işlevi görür. Birdenbire kendinizi Ege’nin bir köyünde konuşulan Türkçeyle Ardahan’ın meşhur atasözlerinin kesiştiği o cümbüşün ortasında bulursunuz. Fakat ülke çapında bir Türkçe atlası olmaktan ötesini söyler bu program dile dair. Bitirilmemiş cümleler, yanlış kullanılmış bağlaç ve edatlar, özne-yüklem uyumsuzlukları, mantık hataları, uygunsuz kelime seçimleriyle doludur bu program. İşte bu yüzden her zaman çok dikkatli olmalıdır izleyici. Program konuklarının cümleleri hiçbir zaman kendi başlarına bir anlam taşımaz, her zaman bağlama ihtiyaç vardır. Yine de izleyici buna bir noktaya kadar tahammül edebilir. Çünkü ortada daha büyük bir zorluk vardır.

Bu programda bir yanda konuklar konuşurken bir yanda Müge Anlı, Avukat Rahmi Bey ve Hekim Şevki Hoca konuya dair yorum yapar, konukların beyanlarındaki açıkları, eksikleri tespit edip mantık yürütürler. Bu süreç hemen her zaman konuklara ek sorular yöneltilmesiyle sonuçlanır. Fakat bir sorun vardır. Konuklar bir akıl yürütme silsilesinin son basamağına tekabül eden bu soruyu neredeyse hiçbir zaman ilk soruluşunda anlamazlar. Hayır, bu Müge Anlı’nın, Rahmi Bey’in ve Şevki hoca’nın sorularını günlük hayatta kullanılmayan kelimelerle yöneltmelerinden kaynaklanmaz. Konuklar çoğu zaman bu mantık yürütmenin aşamalarını anlamakta zorlanırlar. Ve hayır. Konuklar çoğu zaman oldukça zekidir. Öyle ki bu programdaki birçok konuğun hayata dair tecrübî bilgi ve zekasının ne kadar eğitimli olursanız olun sizden yüksek olduğunu anlarsınız. Eksik olan, hazır şablonlara dayanan tecrübî bilgi ile tam tezat oluşturan o soyut sürece, akıl yürütmeye dair bir şeydir. Eksik olan dil ile kurulan irtibatın mahiyetinden kaynaklanan bir tür düşünce disiplinidir.

Bu durumlarda her zaman bizi söz konusu soruya ulaştıran akıl yürütme mekanizması daha kısa cümlelere bölünerek anlatılır. Somutlaştırmak için hemen her zaman örnekler verilir. Bazen tahtaya bir şeyler çizilir. İşlenen konuya açıklık getirecek cevabın sorusu ancak böyle kimi zaman saatlerce süren çabanın sonunda karşı tarafa anlatılabilir. Fakat çözüme giden meşakkatli yol bundan ibaret değildir. Sırada konukların soruya verdikleri cevabı anlamak, bunu herkesin anlayabileceği şekilde yeniden başka kelimelerle ifade etmek ve böylece diğer konukların da bu cevabı anladığından emin olmak vardır. Müge Anlı ile Tatlı Sert işte bu yüzden bir iletişim ve dil fenomenidir. Her daim sürüp giden bir tercüme faaliyetidir ekranda izlediğimiz.

Sormaktan çekinmediğim kibirli(?) sorular düşer her daim aklıma.

“Bu insanlar bu kadar az kelimeyle nasıl iletişim kuruyorlar? Birbirlerini nasıl anlıyorlar? Yanlış anlamalar ne sıklıkta gerçekleşiyor ve yanlış anlaşılma olduğunu ne sıklıkta ayırt edebiliyorlar?”

Bunları bir başka soru takip eder.

“Bu insanlar televizyonda ve sosyal medyada gördükleri içeriklerin ne kadarını anlıyorlar/ne kadarını yanlış anlıyorlar?”

Ve bir başka sorunun tahrikine kapılırım.

“Bu insanlar bu kadar az kelimeyle nasıl düşünüyorlar? Nasıl akıl yürütüyorlar?”

***

Zannedilmesin ki Türkçeye dair, sahip olduğum sınıf imtiyazlarına dayanan seçkinci bir pozisyonu savunuyorum. Aksine, Türkiye’de konuşulan farklı ağızları, bölgelerin tarihsel miras ve günlük yaşamına has kelime ve deyim dağarcıklarını hor gören, bunlara birer komedi unsuru olarak yaklaşan üstenci İstanbul Türkçesi fetişizminin tam karşısında konumlandırıyorum kendimi. Bahsettiğim katiyen dilin sözlük ve artikülasyon unsurları değil, dilin bir akıl yürütme enstrümanı olarak ifa ettiği fonksiyon. Yine de söylemek gerek. Elbette ki okuma alışkanlığı ve dilin belirli bir biçimine hakimiyet oldukça sınıfsal bir toplumsal ayrıma tekabül eder. Dilimden düşürmediğim Pierre Bourdieu şüphesiz bunu burjuvanın dili bir kültür ögesi olarak alt sınıfa dayatması olarak görürdü.

Benim dile atfettiğim kıymetin ise başka sebepleri var. Biri, dil ile Allah arasında yıllar içinde kurduğum, dua, kutsal metinler, doğurmak, Lacan, şamanlık ve kadınlığa dair tumturaklı analizlerimi (!) size bir gece yarısı tutkuyla anlatmışsam açabileceğim o incecik ama her zaman zarif bulduğum ilişki. Bunu şimdilik keyfimin yerinde olduğu bir yaz akşamına yakışır çay sohbetlerine saklıyorum. Diğeri, çocukluğumdan beri üzerimden atamadığım masal tutkusu. Okumak ve dil beni yaşam hikayelerine ulaştıran bir araç, bir aygıt olmaklığıyla kıymetli oldu benim için her zaman. Şanslıydım ki bu aracı türlü sebeplerden pek güzel öğrendim. Fakat gün gelecekti ve ben de o sert kayaya çarpacaktım: İngilizce.

Sadece sınavın mantığını kavrayarak Boğaziçi Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulunu kandırıp bölüme geçtiğimde İngilizce bilmediğim gerçeği suratıma çarptı. Şekspiri ve Hobbes’u okuyorduk. İngilizce. Bauman okuyorduk. İngilizce. Marx okuyorduk. İngilizce. Her derse giriyordum. Dersleri dinliyordum. İngilizce. Bu öyle bir belâydı ki. Sadece bir dönem hazırlık okumuş, sınavı geçmiş ama İngilizce öğrenememiştim. Ders materyallerini, ki her derse o haftanın metinlerini okumadan girmek derse hiç gitmemek gibi bir şeydi, saatler harcamama rağmen ya anlamıyor ya da yetiştiremiyordum. Sadece belirli kelimeleri seçebiliyor, metnin neyle ilgili olduğunu aşağı yukarı anlayabiliyorsam da incelikli argümantasyonları katiyen kavrayamıyordum. Böylece birinci sınıfı çözümü her metnin Türkçesi ve İngilizcesini karşılaştırmalı okumakta bulduğum halde bitirdiğimde not ortalamam hiç de iç açıcı değildi. Ama hevesim o kadar çoktu ki birçok hoca tartışmalara Türkçe katılmama müsaade ediyordu. Çalışkan öğrenciye tanınan bu imtiyazın zararını ise ancak Viyana’da günlük hayatımın tamamını İngilizce sürdürmek zorunda kaldığımda fark edecektim.

Bir de hangi dilde düşünüldüğüne dair şu popüler tartışma vardı dil öğrenimine dair. Elbette ben hep Türkçe düşünüyordum. Tamamı okumaya, tartışmaya ve yazmaya dair bir disiplinde eğitim görürken hep içimden şu geçerdi: “Bir İngilizce konuşabilsem neler anlatacağım bir bilseniz!”. Fakat Türkçe düşünebilmenin, söylenin aksine yabancı dilde metin üretirken dahi büyük bir nimet olduğunu anlamam için de yıllar geçmesi gerekecekti.

Zamanla akademik İngilizce metin okumayı ve yazmayı ve ne yazık ki düşünmeyi öğrendim. Ne yazık ki diyorum. Bu sene, verdiğimiz dersi değerlendirdiğimiz toplantıda bir öğrenciye dair konuşurken farkına vardım bunun üstelik. Bir öğrenci dersin ödevlerini önce anadilinde yazıyor ve sonra İngilizceye çeviriyordu. Biz ise bunu istemiyorduk, onaylamıyorduk. Hem o kadar zorlanmama rağmen ben bunu hiçbir zaman yapmamıştım. Bunu yapmamam gerektiği öğütlenmişti bana. Metinleri çift dilden okumama rağmen İngilizce yazmam gereken metinleri her zaman İngilizce yazmıştım. Ve sonunda, müjdemi isterim! Yıllar içinde akademiye dair ne varsa İngilizce düşünmeyi öğrenmiştim. Peki, ne pahasına?

Bana çalıştığım konuyu yüz yüze sormuşsanız, muhtemelen sizi geçiştirmişimdir. Geçiştirmediysem karşınızda iki kelimeyi bir araya getiremeyip kıvrandığımı, birkaç kavramı gevelemekten öteye geçemediğimi görmüşsünüz demektir. Türkçeyi unutacak halim yoksa da düşüncem ve düşüncemi ifade ettiğim dil arasındaki uyumsuzluk beni çokça ahmak intibaı bırakmış olma kaygısına düşürür oldu. Yine de bu en fenası değildi. En fenası, kendimi Müge Anlı programının konuklarından biri gibi hissetmeme sebep olan o belâydı: İngilizce düşünmek, yani İngilizcem kadar düşünmek, yani çoğu zaman yarım düşünmek, nüanstan yoksun, inceliksiz düşünmek… Düşünmek ama hep bir eksiklik duygusu içinde düşünmek… İşin içinden bir türlü çıkamamak… Dilinin ucuna gelmek ama bir türlü söyleyememek, yazamamak… Analitik bir düğümü tertemiz bir zihin akışında, mantık silsilesinde berrak şekilde görememek… Çizmek… Evet, çizmek… Tıpkı Müge Anlı’nın konuklarına sorusunu yöneltirken yaptığı gibi şemalar çizmek, cümleleri hipotezler, aksiyomlar halinde kısa kısa yazmak, resmin tamamını görmek için artık Türkçe kelimeleri de bulamaz olmak… Dilsiz kalmak… Akılsız ve fikirsiz kalmak…

Hülasa anlıyordum ki Müge Anlı izlerken aklıma yağan sorular örtük bir üstenciliğin yansıması değildi. Türkçe ne pahasına olursa olsun kurtarılmalıydı. Bunun şovenist bir kültürcülük olduğu da sanılmasın. Dil doğası gereği ideolojikse de benim meselem başka.

Türkçeyi kurtarmak meselesi bugün artık Türkiye’de düşünceyi kurtarmak davasıdır. Bunu iddia ediyorum. Dili kurtarmak, aklı kurtarmaktır. Batı’nın o soğuk ve mekanik rasyonalitesini değil fakat, bunu söylemek gerek. Akıl yürütmenin o kıvrak, sıcak, devinen, duru ama karmaşık, temiz ama dokulu akışını kurtarmaktır dili kurtarmak. Dili kurtarmak, aklı kurtarmaktır ve de vicdanı, merhameti ve şefkati… Çünkü dili kurtarmak konuşmayı kurtarmaktır, toplum olmayı, iletişimi, muhabbeti kurtarmaktır. Dili kurtarmak bazen neredeyse aşkı ve ahlakı kurtarmaktır.

Dil kurtarılmalıdır.

Düşünce kurtarılmalıdır. Siyaset kurtarılmalıdır. Şiir kurtarılmalıdır.

Türkçe kurtarılmalıdır.

Çünkü toplum ve fert kurtarılmalıdır.

 

 

 

 

 

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir