Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.
Teknik üniversiteyi annemin tüm ısrarlarına rağmen bıraktığımda on dokuz yaşındaydım. Kanımda yirminci yüzyıl Türkiye’sinin ideolojilerinin ateşli sloganları ve İsmet Özel’in tumturaklı dizeleri akarken kendimde her şeyi başarmaya mukabil bir kuvvet duyuyordum. Üniversitenin ilk yılında o genç ve şöhretli S. hocanın pek rağbet gören dersine kaydolmakta ve dahi derste fark edilmekte de muvaffak olmuştum. Her hafta Kant’tan Montaigne’e, Freud’dan Homeros’a, Descartes’tan Darwin’e ders programındaki tüm metinleri iştahla okuyor, insanlığın yüzlerce yıllık mirasının yaklaşık bin üç yüz santimetreküplük başımda zonkladığını hissediyordum. Evet, dramatik sözler bunlar. Yine de o günlerde kanımda gürül gürül akan o coşkuyu anlatabilmekten uzak.
Bir de arkadaşlarım vardı. Şükür, onlar vardı. Varlardı ki zihnimin ehlileştiremediğim hararetini buz gibi havada işgal ettiğimiz, çayı bir liraya içtiğimiz çayhanelerin taburelerinde bir nebze sükuna kavuşturmaya kabil olabiliyordum. Sigaraya başlamıştım. Çünkü onlar, ışık düşünceli çocuklar, hep sigara içerdi. Biz sigara içerdik, çünkü dert ettiğimiz şeyler vardı, değiştirmek istediklerimiz.
Sigaraya gerçekten de böyle, ite kaka başlamıştım. Bir sigara içimlik vakitte dahi arkadaşlarımdan ayrı kalmamak için. Hayatımda ilk defa İstanbullu olmayan arkadaşlarım olmuştu. İstanbul’da doğmuş ve büyümüştüm, henüz on dokuz yaşımdayken beş senedir günde üç saat toplu taşıma kullanıyordum. Tam bir şehir çocuğuydum. Şehir ki ne şehir, cânım İstanbul. Memleket ise benim için yaz tatillerinde azami iki hafta ziyaret edilen, pek sevdiğim kuzenlerimle vakit geçirmekten başkaca pek de bir cazibesi olmayan, çokça annemin anılarından ibaret, yalnızca ben oradayken mevcut olan, ben gittiğim anda kaybolan, zamanın akmadığı yarı hayali bir mekandı. Fakat arkadaşlarım öyle mi? Onların memleketleri vardı, memleketlerinin yemekleri, memleketlerinin türküleri, ağızları ve hatta küfürleri. Memleketim olsun çok istedim. Konuştuğum Türkçeden başka bir Türkçeyi duymuş olmayı. Çarşısı olan bir memleketim olsun istedim.
“Şimdi bu mu moda oldu, Umay?” dedi, S. Hoca, gülerek, samimiyete buladığı yine de pek gizlemediği bir istihza ile. Yarılarına kadar kınayla boyadığım parmaklarımı kastediyordu. “Bilmem ki, benim çok hoşuma gidiyor” mahiyetinde bir şeyler geveledim. Hocanın sözlerini bir övgü addettim, İstanbul’da hiç kimsede görmediğim kınalı parmaklarıma her baktığımda “otantik” bir pratiği bağlamından koparmanın pek de gizli olmayan hazzını yaşıyordum. Bir memlekete -hangisine olduğu mühim değil- ait bu gelenekle kendimi süslemek daha yerli hissettiriyordu bana.
Herkes bir yorum yapma gereği duyuyordu. Kimisi büyük bir hınçla kınadan, kokusundan, renginden ne ölçüde nefret ettiğini çocukluğundan türlü örnekler vererek anlatıyor, kimisi kına görünce kimi anımsadığından bahsediyor, bazısı hangi koşullarda kına yakmanın kabul edilebilir olduğuna yönelik fikir beyan ediyordu. Ben ise gençlerden pek de teveccüh görmeyen, unutulmaya yüz tutmuşsa da ritüel değerini hiç kaybetmemiş bu pratiği akıl edip de Boğaziçi Üniversitesi kampüsüne taşıdığım için bir trend set etme sarhoşluğu yaşıyor, on dokuz yaşın getirdiği özgün olma arzusuyla gururlanıyordum.
O dönemler, muhtemelen altını hiç de doldurmadan fütursuzca kullandığım ve daha da muhtemel kibrimi setretmekte pek mahir, keskin bir kavramı benimsemiştim: ben meritokratik elitizmi savunuyordum. Bana karşı çıkıldıkça da nereden duyduğumu dahi hatırlamadığım bu iki kelimeye daha sıkı tutunuyor, boyumu ikiye katlayan lafları cömertçe sarf ediyor, kendimden ve düşüncelerimin doğruluğundan pek nadir şüphe duyuyordum. Meritokrasi dediğime de bakmayın. Pek parıltılı bir kılıftı bu söylediğim sağduyusuz sözlerin ayıbını örten.
Peki nasıl oluyordu da elitist kelimesini bir övgü kabul eden ben hayatımda ilk defa anneme kına nasıl yakılır diye sormuştum. Nasıl olmuştu da birkaç saat güneş görse esmerleşen buğday tenimle bu kadar gurur duymaya başlamıştım. Ne olmuştu da ben şu an bana nostalji duygusundan başka hiçbir zevk vermeyen ve dahi objektif bir açıdan hiçbir sanatsal değeri olmayan müzikleri dinler olmuş, “Koçhisarlı olmam”dan sık sık bahseder olmuş, Neşet Ertaş dışında türkü diye bir müzik janrası olduğunu öğrenmiş, “ilçe”, “merkez”, “çarşı”, “köy” kavramlarını yeni yeni zihnimde canlandırabilir olmuştum. Sigaraya başladığımı söylemiştim, evet, ama ben neden S. Hoca dersten sonra benden bir dal sigara istediğinde ona mavi Tekel 2000 ikram etmiştim? Gülmüştü S. Hoca. “Babam da bu sigarayı içiyor”, demişti. Oysa ben Adıyaman tütünü sarmayı bırakalı çok olmamıştı.
Yalnız değildim, dostum Gökay da oradaydı. Taşralılığı ve fakirliği çağrıştıran her fırsatın yakasına yapışıyorduk. Gökay, bana olmasa da, arkadaşlara bulgur pilavı pişiriyordu. Taksiye binmiyor, bir kahve zincirinde kahve içmiyorduk. Bebek Camii’nde hayırseverlerin verdiği iftarlardan nasipleniyor, kitaptan başka bir şeye para vermeyi onursuz buluyorduk. O kadar da taşralı ve o kadar da dar gelirli aile çocukları olmadığımız ise Gökay’la küçük sırrımızdı. Çünkü tanışıklığımızın ilk üç yılında tam üç defa beraber başka başka memleketlerin sokaklarını arşınlamış, Tuna nehrinin kenarında birkaç gece malum kahve zincirinden aldığımız Americanoları içerken birlikte türkü dinlemiştik.
Türkiye’de ise ekseriyetle Süleymaniye’nin o meşhur çaycısı ve Üsküdar’ın palmiyesi altında mekik dokuyor, rahatsız tabureler üstünde, buz gibi soğukta, çay ve sigara içiyorduk. Biz her akşam memleketi yeniden kurtarıyorduk. Cuma akşamları Çemberlitaş’ta dağıtılan ekmek arası helvayı, pazar sabahları Saraçhane’de Bim’in BiliBili yumurtalarını, bazı bazı Süleymaniye’de -özünde hiç sevmediğim, zamanla alıştığım, ve nihayetinde doğru kıvam yakalandığında benim için bir tutkuya dönüşen- kuru fasulye yiyorduk. Ve biz ayranı hep açık içiyorduk.
On senenin ardından, dünyalarımız birkaç defa tepetaklak olduktan ve gençliğin hülyalarından sıyrıldıktan sonra bugün taşrayı ve fakirliği neden bu kadar romantize ettiğimizi sordum Gökay’a. Dünyanın en güzel şehrinin boğaz havasına karşı bu defa yıllar içinde nefret eder hale geldiğim sigaramı içiyordum. Gönlümüz buğulandı. Acı bir gülümeseme neye tekabül ediyorsa insan bedeninde, onu gördüm dostumun yüzünde.
Ahmed Arif okurdu Gökay. Ahmed Arif okurduk.
Düşün, uzay çağında bir ayağımız, Ham çarık, kıl çorapta olsa da biri.
Mühim olan bu iki ayağı birleştirmek derdi. İnanırdı söylediğine.
Hadi o söylüyordu da, ben nasıl bir -sözüm ona- elitisttim ki Ahmed Arif gönlümün çatlaklarına doluyor, tüm kırık parçalarımı tek bütün hale getiriyordu.
Sessizce itiraf ettik birbirimize, on üç senelik, iki dost. Bizim bir ayağımız hiçbir zaman ham çarık, kıl çorapta olmamıştı.
Bohem olurdu bizden olacaksa, yahut flaneur, şehirli aylak.
***
Dönüş yolunda çok düşündüm, neden. Neden o yokluğuyla kutsanmış taşraya dair ne varsa bunca öykünmüştüm senelerce. Neden zihnimin en mahrem yerlerine sızmış, Anadolu’ya, yokluğa, kanaatkarlığa dair bu ascetic fantaziyi şimdi fark ediyordum?
Sormaya korkuyordum. Gerçekten de bir Anadolu var mıydı? Taşra neresiydi?
Bildiğim her şeyi unuttum önce.
Sonra bir bir hatırladım.
***
Teori ve praxis.
Halk ve münevver.
White man’s burden.
Civilizing mission.
Popülizm.
Devrim.
***
Ve ben Türkiye’de kentli entelijansiyanın -sosyalist, İslamcı yahut milliyetçi-, açmazını bildim.
Ben, eskinin “elitist”i şimdinin toplumbilimcisi, bugün, Marmaray ile Asya’dan Avrupa’ya dönerken, on sene önce okuduğum bir kitabın ne anlattığını, aklımla değil, sezgimle bildim.
Edward Said, Oryantalizm.