Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 2 dakikadır.
Eğer bir oyunun ilk perdesinde duvarda bir tüfek asılıysa, üçüncü perdede mutlaka patlamalıdır.
Anton Çehov
Ölüm duvarda asılı tüfek… Adını bir kez öğrendim ya, biliyorum, mutlaka patlayacak.
***
İsmini ilk defa kuru köftelerle birlikte duydum. Tuhaf.
Babaannem benim adım bu dünyaya henüz çağrılmadan öldüğünde annem en çok ona onun çok sevdiği köftelerinden son bir kez pişiremediğine üzülmüş.
Ben ölümün adını işte ilk defa böyle duydum. Kuru köfte ile yan yana.
Bir de babam aylarca babaannemin baş örtüsünü koklamış. Öyle derdi annem. Karı-koca mahremiyetine sadakatinden olacak ki gerisini pek söylemezdi.
Babam ağlamış mıydı bilmiyorum.
Babam ömründe hiç ağladı mı bilmiyorum.
***
Ölüm kapıyı tıklattığında on yedi yaşındaydım.
Bir yaz günü, gündüz vakti babam eve geldi.
“Hazırlanın, yola çıkıyoruz.”
Annem bir süredir hasta olan dedemin yanındaydı. Ablam ve ben birkaç parça kıyafeti aceleyle topladık, arabaya nasıl bindik hatırlamıyorum.
Babam yol boyu pek konuşmadı ama arabayı çok hızlı sürdü. Ablamla ben neredeyse inanmıştık dedeme bir şey olmadığına. Şakalaşıyorduk bile yol boyu, genç kız olmak biraz da yerli yersiz dakikalarca gülebilmektir ne de olsa.
Yalnız şamatayı abarttık mı babam susturuyordu bizi. Ama biz ne olduğunu Ankara’yı geçip Şereflikoçhisar’a devam ettiğimizde anladık. Sordum. Cevap vermedi babam. Dikiz aynasına yansıyan yüzünden anladım ama.
İki saat sonra iki avuç toprak attım dedemin mezarına.
Ağladım. Ağlamam gerekiyordu çünkü. Ölüm bir hamle yaptığında insanlar ağlardı.
Dedem öldü. Ben ağladım. Ağlamam gerekiyordu çünkü. Dedemin ölmesine gerçekten üzüldüm mü bilmiyorum.
Dedem ömründe hiç ağladı mı bilmiyorum.
***
Ölüm kapıyı açtığında yirmi bir yaşındaydım.
Hayatımda hiç görmediğim, varlığından bile haberdar olmadığım o genç adamın ölüm haberini aldığımda koyu bir sohbetin ortasındaydık arkadaşlarımla. İnsanın yüreğinin yanması ne demekmiş bildim, o gün bildim. Öfkeliydim. Hınçla doluydu içim. Bağırmak, ağlamak istiyordum. Her önüme çıkanı sarsmak, “bu gencecik çocuk öldü” demek… Herkes onun adını duysun, herkes onun öldüğünü bilsin istedim. Onları aradım. Gidelim, dedim. Gidelim, dediler. Uçağa binmekten çok korkan M., G., ve ben o gece hiç tanımadığımız o genç adamı görmeye gittik.
Haftalar boyunca kendime gelemedim. Sınıf arkadaşım E. anladı, ben de anlattım. E. bu genç adamı tanımıyordu. E. beni bile tanımıyordu.
“Ruhuna Yâsin okuyalım” dedi.
Yerin altına inen merdivenleri adımladık beraber. E. Yâsin okudu. Ben dinledim. Ben, Yâsin okunurken ilk defa o kadar ağladım.
O, ömründe hiç ağlamış mıydı bilmiyorum.
***
Ölüm odaya girdi. Yirmi üç yaşındaydım.
Ölüm bana ilerledi. Yirmi beş yaşındaydım.
Ağlamadım.
Kaçtım.
Hasta odalarından ve cenazelerden.
Yakınını kaybetmiş herkesten.
Telefonda sesi titreyen sevdiklerimden.
Bana ölümü hatırlatan her durumdan, her kokudan ve yerden.
Kaçtım.
Ölüme dair ne söylesem, ölüme dair ne yazsam, ne düşünsem, ölüm beni sesimden tanıyıp bulacak sandım.
Eskiler ne güzel demiş ya, şüyuu vukuundan beter. Ölümden beni de kucaklar diye öyle korktum ki, içten içe gelsin kollarına alsın beni istedim. Sevdiklerimin ölümünü hayalimde öyle çok canlandırdım, öyle çok ağladım ki, “olacaksa bir an önce olsun” diyecek denli karardı gözüm bazen. Ölümün mukadderliği öyle kuşattı ki kalbimi, patlamaya hazır bir bomba gibi öyle diken üstüne koydu ki beni, ölümü bekler oldum bir parça hür hissetmek için.
***
Ölüm beni hiç kucaklamadı.
Durdu odanın ortasında, gözlerini dikti gözlerime.
Ağlamam gerekiyordu, ağlayamadım.
Belki bir kez kucaklasa beni yığılacaktım kollarına, onun göğsüne sığınıp ağlayacaktım, ölüm okşayacaktı belki saçlarımı. O acı sağaltacaktı beni. Korkacak bir şey olmadığını görecektim. Sahi, korkacak bir şey var mı?
“Sonunda”, diyecektim, “nihayet”.
“Özgürüm artık sevgili ölüm, sen bir gün beni dudaklarımdan öpene dek özgürüm…”