Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 5 dakikadır.
Hukuk ve Politika İlişkisi
Politik meselelerle ilgili söylenecek her söz ve takınılacak her tavır bir ölçüde politiktir. Politikaya bakış ölçeğimizi ne kadar geniş tuttuğumuza bağlı olarak politikayla hiçbir ilgisi bulunmaması gereken kişilerin, mesela yargıçların, bazı davranışları da kaçınılmaz olarak politika ile ilgili olmak durumundadır. Zira, güncel Şerafettin Can Atalay örneğinde de görüldüğü gibi ortada politik bir mesele vardır ve birkaç yargıç ve yüksek mahkeme üyesi bu konu üzerine politik boyutları da bulunan kararlar almaktadırlar.
O hâlde sınırı nereden çekeceğiz? Hukuk politik olmasın, hukukçunun işi politika değil derken bizim kastettiğimiz bu politika nerede başlar ve nerede biter? Bunun cevabını vermek oldukça güç. Eğer tamamıyla, bir önceki paragrafta bahsettiğimiz anlamıyla hukuku ve hukukçuları politikadan izole edersek bunun anlamı çok net bir şekilde kuvvetler ayrılığı prensibinin yasama ve özellikle yürütme lehine ortadan kalkacağıdır. Bugün dahi, yargının elinde milletin nezdindeki itibarı dışında herhangi bir gücün var olmadığını değerlendirdiğimizde yargının politikadan tamamıyla uzak durmasına yönelik bir fikir, gerçekte hâlihazırda yükselişte olan otoriter eğilimlerin yoluna kırmızı halı sermektir. Başka bir deyişle hukukun politik alandan çekilmesi, ironik bir şekilde hukukun tamamen politikanın emrine girmesi anlamına gelecektir. Bu ölçekte yorumumuzu ve tespitimizi yapacak olursak, hukuk doğrudan doğruya ve doğası gereği politiktir. Aynı şekilde, demokrasiyi savunmak ve otoriterliğe karşı durmak da politiktir. Fakat bu cümlelerdeki politik kelimesi, günlük ve parti düzeyindeki bir politikayı değil; toplumu, sistemi ve adaleti korumak düzeyinde bir politikayı ifade eder veya en azından öyle olmalıdır. Bunu “hukukun meşru müdafaası” olarak da ifade edebiliriz ve bilindiği üzere temel bir hukuk prensibi olarak meşru müdafaa bir hukuka uygunluk sebebidir.
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi Kararları
Konu hakkında kamuoyunun yeterli bilgisinin olduğunu tahmin etsem de, bu yazı kapsamında bir kez daha konuyu özetlemekte yarar görüyorum.
Şerafettin Can Atalay hakkında İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 25.04.2022 tarihinde “Türkiye Cumhuriyeti Hükûmetini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüs” suçundan mahkumiyet kararı verilmiştir. Atalay’ın istinaf başvurusu 28.12.2022 tarihinde İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi tarafından reddedilmiş ve bunun üzerine Atalay, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne temyiz başvurusunda bulunmuştur. Temyiz incelemesi devam ederken, 14.05.2023 tarihli genel seçimlerde Şerafettin Can Atalay, Türkiye İşçi Partisi 28. Dönem Hatay Milletvekili olarak seçilmiştir. Bunun üzerine Atalay, milletvekili seçilmesi nedeniyle Anayasa’nın 83. maddesine dayanarak yargılamanın durdurulmasını ve tahliyesini talep etmiş, temyiz incelemesi yapan Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise anılan hükmün istisnası olan Anayasa’nın 14. maddesini gerekçe göstererek bu talebi reddetmiştir.
Anayasa’nın 83. maddesine göre milletvekilleri:
“Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclisin kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz.”
Bu hükmün istisnası, yine aynı maddenin bir sonraki cümlesinde belirtilmiştir:
“Ağır cezayı gerektiren suçüstü hali ve seçimden önce soruşturmasına başlanılmış olmak kaydıyla Anayasa’nın 14’üncü maddesindeki durumlar bu hükmün dışındadır.”
İstisna hükmündeki atfı takip ederek Anayasa’nın 14. maddesine gidersek:
“Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde kullanılamaz.
Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz.
Bu hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla düzenlenir.”
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin vermiş olduğu bu karar üzerine Şerafettin Can Atalay 20.07.2023 tarihinde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunmuş, Anayasa Mahkemesi de özetle 83. maddede ifade edilen “Anayasa’nın 14. maddesindeki durumlar” kavramının yargı kararları ile doldurulamayacağını, bu kapsamı kanun koyucunun doldurması gerektiğini ifade ederek, Şerafettin Can Atalay hakkında verilen kararın “kanunilik” ilkesine aykırı olarak başvurucunun anayasal “seçme ve seçilme hakkını” ve “kişi hürriyeti ve güvenliği hakkını” ihlal ettiğini belirtmiştir. Bu gerekçeye dayanarak Anayasa Mahkemesi 25.10.2023 tarihinde yeniden yargılama kararı ile dosyanın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesine ve başlanacak olan yargılamada durma kararı verilerek Şerafettin Can Atalay’ın tahliye edilmesine hükmetmiştir.
Burada bir virgül koyarak, anayasa hukukunun teknik ve detay tartışmalarına girmeksizin, Anayasa Mahkemesi kararlarının -bireysel başvuru kararları da dahil- Anayasa’nın 153. maddesi gereği kesin ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar nitelikte olduğunu hatırlatmak istiyorum. Dolayısıyla, bu noktada dosyanın İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesi ve bu mahkemede yargılamanın durmasına ve Şerafettin Can Atalay’ın tahliyesine karar verilmesi gerekiyordu. Ne var ki ilk derece mahkemesi alışılmadık ve kanunda belirtilmeyen bir usulle dosyanın Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderilmesine karar verdi. Bu aşamadan öncesi hukuki tartışma kapsamında değerlendirilebilecekse de, tam olarak bu aşamadan itibaren olayların hukuk mecrasından çıktığını tespit etmek yerinde olacaktır.
Bunun üzerine Yargıtay 3. Ceza Dairesi, 08.11.2023 tarihinde yine alışılmadık ve kanunda belirtilmeyen, belirtilmesi de mümkün olmayan bir usulle Anayasa Mahkemesi kararının “hiçbir hukuki değer ve geçerlilik atfedilemeyecek” bir karar olduğunu ve bu gibi bir düşüncenin teröristleri meclise sokmak anlamına geleceğini -teröristlerin isimlerini dahi zikrederek- gerekçe göstererek; bireysel başvuru sürecinde kesin hükmün de verilmiş olmasından bahisle Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi için gerekli işlemlerin başlatılması için dosyanın TBMM’ye gönderilmesine ve hatta bu kararı alan Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunulmasına yönelik de fıkraları içeren bir karar kaleme aldı. Öncelikle, başından itibaren bu dosyanın Yargıtay 3. Ceza Dairesi önüne gelmemesi gerekirdi. Buradaki ilk hukuksuzluk yeterli görülmemiş olacak ki daire, Anayasa Mahkemesi kararını tanımayan bu kararı da verdi. Anayasa Mahkemesi de bunun üzerine 21.12.2023 tarihinde önceki kararı ile benzer gerekçelerle hemen hemen aynı kararı bu sefer başvurucu Atalay’ın bireysel başvuru hakkının da ihlal edildiğini ekleyerek tekrarladı.
Yapmış olduğumuz bu açıklamalar ışığında, Şerafettin Can Atalay hakkında verilen Anayasa Mahkemesi kararının arkasında hukuk prensipleri mevcutken ve mahkeme yalnızca bu prensipleri savunmak adına politikanın alanına girmişken, Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararı ise siyasi iktidarın ajandasının “hukuka rağmen” gerçekleştirilebilmesi için doğrudan doğruya politikanın merkezinde oturmaktadır. Sonuç olarak ilk bölümde kullandığımız kavramlarla ifade edecek olursak, bir karar hukuka saldırı iken bir karar hukukun meşru müdafaasıdır. Buradan hareketle, Anayasa Mahkemesi kararı hukuki ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi kararı siyasidir.
Son Gelişmeler ve Güncel Durum
Hukuk ilkelerine göre bir yorumlama yaptığımızda, şu an Şerafettin Can Atalay’ın dosyasının İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesi ve bu mahkemece yargılamanın durdurulması ile Atalay’ın tahliye edilmesi gerekirken, siyasi iktidarın isteği üzerine Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararına itibar edilerek yine aynı mahkemece verilmiş “sözde kesin hüküm” meclis genel kurulunda okundu ve Şerafettin Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürüldüğü ifade edildi. Dolayısıyla önce İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi ve Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin dahil olduğu hukuksuzluğa TBMM Başkanlığı da dahil olmuş oldu.
Zira, Anayasa Mahkemesi kararı ortadayken Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Şerafettin Can Atalay hakkında kesin hüküm teşkil edebilecek bir karar alabilmesi mümkün değildir. Bu, bir valinin çıkıp cumhurbaşkanı olduğunu iddia etmesi gibi bir şeydir. Evet bir ilin valisi de hukuken belli yetkilerle donatılmıştır fakat cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacağına ilişkin bir karar almaya yetkisi yoktur. Bu karar hukuken hiçbir önem atfetmez. Aynı şekilde Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin de birçok yetkisi mevcutken, Şerafettin Can Atalay hakkında bu kararı almaya yetkisi yoktur. Bu karar da, bir önceki absürt örneğimde olduğu gibi, hukuken hiçbir önem atfetmemektedir. Dolayısıyla TBMM’nin bu karara dayanarak bir idari işlem tesis etmesi de dayanaktan yoksundur. Bu kararları geçerli hâle getirebilecek tek şey, hukukla desteklenmeleridir. Hukukla desteklenmedikleri için de bu kararlar hukuk dünyasında hiçbir şekilde var olmamışlardır. Buradan çıkacak net bir sonuç ise Şerafettin Can Atalay’ın hâlen milletvekili olduğu ve diğeri de Atalay’ın gerek tahliye edilmediği gerekse kendisine milletvekili olmanın getirdiği hakların kullandırılmadığı her saniye apaçık bir suç işlendiğidir.
Sanıyorum, Şerafettin Can Atalay bu konu hakkında bir kez daha Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunacak. Anayasa Mahkemesi de muhtemelen bir kez daha başvurucunun anayasal haklarının ihlal edildiğini tespit edecek. Sürecin nasıl devam edeceği bilinmez, fakat yetkili herkesin hukukun ve sağduyunun sesini dinleyerek adım atacağını ümit ediyor, bu konudaki doğru politik duruşun günlük dengeler ve kişilerden bağımsız olarak hukuktan taraf olmak ve hukukun meşru müdafaasında bulunmak olduğunu düşünüyorum.