Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.
Dün gece arkadaşlarımla bir parkta kola içip çekirdek çitliyorduk. Gecenin ilerleyen saatlerinde parktaki çöpleri temizlemekle görevli 40-45 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir ağabey selam vererek yanımıza geldi ve Suriyeli göçmenler ve Türkiye’nin Suriye politikaları üzerine yaptığımız muhabbete dahil oldu. Ağabey, ta 1990’lı yıllarda Erbakan Hoca’nın Amerika’nın Orta Doğu’yu karıştıracağı hakkında milleti uyardığını söyleyerek söze başladı. Dünya Ticaret Merkezi’nin bir terör saldırısı sonucunda değil, binaya daha önceden yerleştirilmiş dinamitlerin de desteğiyle planlı bir şekilde yıkıldığını anlattı. Zaten Bin Ladin de Amerika’nın Rusya’ya karşı kullandığı, sonrasında da Afganistan işgaline ortam hazırlaması için hazırladığı bir figürdü yalnızca. Bu gelişmeleri bahane eden Amerika’nın altın madenleri için Afganistan’a, petrol için Irak’a saldırdığını, büyük resmi görmeden Suriye meselesinin anlaşılamayacağını belirterek de meseleyi göç politikalarına bağladı. Almanya’da yaşayan Türklere 1990lı yıllarda yapılanların aynısının bugün Türkiye’de Suriyelilere yapıldığını belirtti, Türklerin iş beğenmedikleri gerekçeleriyle de Türkiye’nin kapısını açtığı göçmenlere muhtaç olduğu görüşüyle de sohbetteki entelektüel ağırlığını perçinledi. Bunu yaparken elbette ara ara uzun esler vermeyi ve yüzünde ezber bozmanın verdiği hazla oluşan mağrur gülümsemeyi bizlerin gözüne sokmayı ihmal etmedi. Ağabey muhtemelen, meslektaşları, ailesi ve komşularından müteşekkil bir çevrenin en entelektüel, en bilinçli ve büyük resmi en iyi gören zekasına sahip kişisiydi.
Bende uyandırdığı intiba benzer doğrultuda olmadı elbette. Zira 28 yıllık hayatımda bol bol maruz kaldığım çeşitli ezber bilgilerden daha fazlasını, daha yaratıcı veya yeni olanını duymamıştım. Bu tür bilgiler, bizim gibi okumayan ve duyduğunu araştırmayan insanların çoğunluk olduğu toplumlarda en azından çoğunluğun doğru olduğunu kabul ettiği duyumlara karşı argüman geliştirilmesi sonucu ortaya çıkar. Tutarlılığı ve çeşitli araçlarla yayılması sonucu ne kadar taraftar topladığından bağımsız olarak akıllara soru işareti bırakabilmesiyle başarılı addedilen birer düşünce tarzı halini almaları da çok uzun sürmez. Zira ne genel kanaat ne buna karşı geliştirilen argüman, insanlarımızca araştırmayı, okumayı ve bilginin kaynağına ulaşmayı çabalamayı gerektiren birer veri, birer görüş olarak algılanmaz. Bir tercih meselesidir. “Dünya Ticaret Merkezi’ni kim yıktı?” sorusu cevabı dava dosyalarında, binanın yıkılmasına sebep olan şeyi araştıran bilim insanlarının raporlarında veya çeşitli ihtimalleri değerlendiren yazılarda aranması gereken bir düşünce faaliyeti değildir. “Amerika’dan mı daha çok nefret ediyorsun, İslami terör örgütlerinden mi?” sorusuna verilen bir cevaptan ibarettir. Bütün çetrefilli konuları ideolojik bir tercihe indirgediğinizde hissettiğiniz rahatlama, ve doğrusu büyük bir yükten kurtulmanın verdiği ferahlık, size dünyadaki bütün gelişmeleri hakkında yorum yapma hakkı ve yeteneği verecektir. Bu yeteneği elde edebilmek için elbette sizin ve muhatabınızın varlığını asla bilemeyeceği ilişkileri hakikat kabul etmeli, bilinemezliği hikayeden olabildiğince soyutlayıp tutarlılığı ön plana koymanız gerekecektir. Büyük resimde sizin dikkat çektiğiniz gelişmeler birbirleriyle tutarlı olmayı sürdürdüğü takdirde anlattıklarınızın ne denli gerçeklerden kopuk olduğuna çoğunluk dikkat etmeyecektir. Dikkat edenler de zaten karşı kampın adamlarıdır.
İsterseniz deneyin; Türkiye’deki çeşitli siyasi toplulukların şeksiz şüphesiz iman ettiği birkaç ezberden yola çıkarak bütün Türk siyasi tarihini değerlendirip değerlendiremeyeceğinizi bir değerlendirin. Bir an için kendinizi bir Marksist yerine koyun örneğin. Amerika’nın, 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde solu Türkiye’de demokratik yollarla iktidara getirmemek için ne kadar çabaladığını düşünün. Ordu’nun, gladionun ve emperyalistlerin Türkiye’deki maşalarının buldukları her fırsatta solu nasıl ezdiklerini hayal edin. “Our boys did it.” söylemini düşünün. 100 yıl boyunca bunun aksi yönünde bir gelişme olmadığını hızlıca kabul ettiniz değil mi? Peki, ailece taş gibi MHP’li olan bir Ülkücü olduğunuzu var sayın bir dakikalığına. Amerika’nın, diğer bütün süper güçlerle birlikte Ülkücü Hareket’in her fırsatta önünü kestiğine bir kez daha iman edeceksiniz. Zımba gibi yetişen Ülkücü gençliğin tam oy verme yaşına ulaştığı sırada MHP’nin gittikçe artan oylarıyla iktidara erişmesine engel olmak için yapılan 12 Eylül’e ikna oldunuz değil mi? 1990’larda yeniden kurulan ve kendine gelmeye başlayan MHP’nin tam TBMM’de grup kuracağı sırada Fethullahçılar vasıtasıyla bölündüğünü, MHP’nin fazlasıyla kan kaybettiğini ve bunun da Amerika yüzünden olduğunu da düşündünüz mü? Pekiyi, Amerika’nın Türkiye’nin İslam’la dirileceğini ve antiemperyalist bir kimlik kazanarak ümmete eski şaşalı günlerini kazandıracağını fark etmenize ne demeli? Milli görüşçü oldunuz şimdi de. Zira Amerika’nın gündemi Türkiye’nin Müslüman Türk kimliğini unutturmak, Türkiye’yi kendisine bağımlı hale getirirken Orta Doğu’da istediği her hamleyi yapan, İslam’la savaşan bir şer odağı haline gelebilmek. Bunun için neler yapmadı ki? 28 Şubat’ı da yaşattı bu ülkeye, kendisine bağlı sözde Müslümanlarla dinler arası diyalogu da tertipledi, partinin İstanbul Belediye Başkanı’na gösterdiği özel ihtimamla ve karşılıklı verilen sözlerle iktidara bile getirdi değil mi?
Elbette ne Milli Görüş’ün ne Marksizm’in ne de Türk İslam Ülküsü’nün bu ezberlerden mütevellit birer safsata olduğunu düşünmüyorum. Bu görüşlerden yola çıkarak bu düşünce akımlarını da eleştirmiyorum. Yalnızca çok sınırlı bilgi ve uğraşla ve kısıtlı ezberlerle çok etkili, meydan okuyan ve bütün dünyayı anlamlandırabilen söylemler üretmenin ne kadar kolay olduğunu iddia etmeye çalışıyorum. Bütün bu ezberlerin tarihteki olaylar üzerine ayrı ayrı uygulanması neticesinde, çeşitli büyük olayların detaylıca araştırılması neticesinde kolayca yıkılabileceğini biliyorum. Ama kim uğraşacak değil mi?
Türkiye’de ortalama bir insanın çalışma süresini ve fizyolojik ihtiyaçlarını karşılamak için harcaması gereken vakti hesaplayınca herkesin araştırmak, okumak, yazmak ve en önemlisi düşünmek için vakit bulamayacağını biliyorum. Bu eylemlerle uğraşmanın ve buna vakit ayırmanın yorucu olduğunu, çaba gerektirdiğini ve insanların çoğuna angarya geldiğini de. Bunları yapıyor görünürken yankı odasının dışına çıkmamanın sağladığı tatminin ve karşı görüşlere mensup insanları dinlemenin verdiği rahatsızlığın da farkındayım. Yine de sosyal medyada ortaya çıkan, yalan ve yanlışlarla dolu olduğu bilinen çeşitli görüşlerin özellikle üniversiteli gençler arasında bu kadar kolay taraftar bulmasına anlam veremiyorum. Kendisinden farklı ezberlere yönelik yaklaşımı bu denli tahkir edici ve küçümseyici olanların, çeşitli anlamsız kelime öbeklerinden oluşan belli zırvaları bu denli benimsiyor ve savunuyor olmaları aklımı bulandırıyor. Bir gün anlayabileceğimi ümit ediyor, sosyal medyada hızla yayılan yalan yanlış bilgilerin güçlendirdiği ezberlerin olmadığı, bu ezberlerin toplumsal ve ideolojik kampları tahkim etmediği, bu kampların da birbirleriyle yalnızca sosyal medya aracılığıyla linç üzerinden iletişim kurmadığı bir Türkiye’de yaşamayı diliyorum. Sanıyorum ki bunun için, gündelik hayatımızda entelektüel faaliyetlerin kapladığı alanın artması, boş zaman değerlendirme tercihlerimizin değişmesi gerekiyor. Arkadaşlarla biraz daha az çekirdek-kola yapmalı (yazının başıyla ne kadar uyumlu oldu), daha az oyun oynamalı, daha az sosyal medyada eğlence amaçlı vakit geçirmeliyiz belki de. Bunu yapmak kolay mı, yapan olur mu? Bilmiyorum.