Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 6 dakikadır.
“Vicdan azabına eş, kayna kayna Sakarya,
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
2018 yılında İlker Aytürk’ten ilk kez ders alabildiğimde derste bahsettiği (ve İngilizceye çevirip çeviremeyeceğimizi de sorduğu 😀 ) “mukaddesatçılar” anıldığında kimin anlatıldığını az çok biliyordum. Hatta yanılmıyorsam bu zamanlarda -şimdi sizlere ömür olan- yüksek takipçili bir anonim Twitter hesabımın biyografisinde tek kelimeyle “mukaddesatçı” yazıyordu. Lise çağlarımda bizzat ana metinlerini okuduğum, kutsal/mukaddes değerlerden bahseden, bunları “Batıcı elit” veya “Batılılaşma” projesi karşısında savunduğunu iddia edenler hemen zihnimde canlanıyordu. Zira içinde yetiştiğim ülkücülük ismim gibi bir şeydi, bu çok doğal gibi görünen pozisyonun yanında bir mevzide olduğumu düşünüp sıfat arıyordum. Milliyetçiliğin ve İslamcılığın türevlerinden birinin beni yeterince temsil ettiğine inanmıyor, bunlarla ilişkili bir başka konumda, mukaddesatçı çatıda olduğumu düşünüyordum. Bittabi benim derste aklıma gelen kişilerin (44’te yargılananlar, NFK, Serdengeçti, Osman Turan, Samiha Ayverdi vs.) bu kümeye dahil edilip edilemeyeceği bir Türk siyasi hayatı tezi ya da makalesinin bir konusu olabilir; ben de müsaadenizle böyle bir şeyi oralarda denemek isterim (akademik yolculuk devam edecekse puan lazım). Yine de benim için esas mesele Batılaşmanın eleştirileri, milleti tanımlarken önemsizleştirilen dine iade-i itibar, kökünü (aslında tarihimizin bir bölümünü) reddedenlere karşı çıkabilmek gibi şeylerdi. Şimdi bakınca düşündüğüm birçok ismin bu saydıklarımla çelişen yanları olduğunu fark ediyorum yine de bu onları çatıdan atmayı gerektirmiyor. Bir çerçeve sağlaması açısından Taha Köseoğlu’nun* tanımını da aktarayım. Mukaddesatçılık “Türk milliyetçiliği, dini muhafazakarlık ve İslami dirilişçiliği uzlaştıran bir Soğuk Savaş ideolojisi” olarak tanımlanıyor, isim babası da iddiaya göre Necip Fazıl Kısakürek. Şimdilerde bu çatının tekrar kurulmasının mümkün olduğunu düşündüğüm için bu konuya değinmek istiyorum. Bu da tam bir “Batıcılarla” dövüş çatısı değil de daha yapıcı ve aşkın bir çatı haline getirilebilir diye umuyorum.
Bugün iktidarın sağladığı ortam, taşralıların eğitime ve maddi kaynaklara ulaşması, köşesine çekilmiş ya da göz ardı edilmiş geleneksel figür ve çevrelerin evlatlarının da dahliyle Türk-İslam tarih, kültür ve düşüncesine dair çalışmalar ve tüketim ürünleri gözle görülür şekilde arttı. Her ne kadar eleştirilecek çok yanı olsa da bunda artan tarih dizileri ve romanlarının payı da yüksektir. İşte bu ortamda kapsayıcı, olgun ve akıllı bir yeni mukaddesatçı entelektüel çevreye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Zaten benim yazılarımdan bile haberi olmayacak birçok kişi de böyle bir “projenin” parçası olmadan, kendiliğinden bu doğrultuda bir geleceğe katkı sağlıyor.
Öncelikle her ne kadar asırlardan beri birçok sahada farklı görüşlerden kişilerin uzlaştığı üzere kaht-ı rical problemimiz olsa da bugün önceki nesillerden daha kalabalık ve daha yetişmiş haldeyiz. Kültür ve tarihimize dair çalışmalar da merak da hızla artıyor. Denk bir karşılaşma için şartlar olgunlaştı; hatta bence bu şartlar olgunlaşalı çok oldu ancak milliyetçiler ve İslamcılar arasındaki uzaklaşma, günlük siyasetin bu meseleden doğan çatışmalara yaslanarak bunları köpürtmesi ve buradan meşruiyet devşirmesi bu karşılaşmanın gecikmesine sebep oldu. Bugün birkaç retorik üstadından, az sayıdaki münevverden daha fazlası, Türk değerlerini ve çıkarlarını savunan daha geniş bir kitle var. Biz bugün daha okumuş, daha varlıklı ve daha görünürüz. Hal böyleyken de önceki neslin yoğun duygusal tavrından biraz uzaklaşarak elle tutulur çalışmalarla “Batı” düşüncesini, oryantalizmi, içinde debelendiğimiz aşağılık psikolojisini eleştirebilir, bilim felsefesi ve modernite tartışmaları yapabilir ve kendi yolumuzu açabiliriz. Her ne kadar Ahmet Arslan’ın Osmanlı düşüncesi yoktur dediği video binlerce beğeni alsa ve onaylansa da itirazlar ve Arslan karşısında getirilen ilmi deliller de azımsanmayacak halde. Bilim ve düşünce tarihimize dair çalışmaların artması, kültürümüzle ilgili ürünlerin piyasada çoğalması bu artış iddiamın kaynaklarıdır.
Israrla belirtelim ve unutmayalım ki bu karşıtlıklar, eleştiriler bir düşmanlık ya da şiddet doğuran çekişmeler halinde olmak zorunda da değil. Tam tersine hem artık daha iyi konumda olmamızın özgüveni hem yaslandığımız değerlerin gereği bir olgunluk ve özgüvenle yürütülebilecek bir müzakere ve tahlil süreci olabilir. Hem eleştirisini yaptığımız/yapacağımız hem de itibarını teslim ettiğimiz/edeceğimiz şeyleri kendi dönemine özgü tecrübeler olarak değerlendirip katkılarını görebileceğimiz ve sıradaki adıma karar vereceğimiz, mezarlıklarda değil günlük hayatta dolaşan bir fikri ortam yaratmak mümkün olabilir. Hep başkalarının eleştirilerini hem de düşmanca yaparsak kendimizi olduğumuzdan farklı görme hatasına düşeriz. Hem kendi geleneğimizin eleştirel okumasını gerçekleştirmek hem de birlikte anıldığımız kişi ve kurumların eleştirisini yapmak gerekiyor. Çatışmadan kurtulmak istiyorsak çatışanlara kendimizi anlatmamız ve yeni bir teklifle geldiğimizi gösterebilmemiz gerekir. Bir mevzide kendi mahfilini işaretleyip oranın rantını yemek mutlaka tatlı bir şeydir ancak hakikati arıyorsak, hepimizin iyiliği için bir umudumuz varsa bunu köpeklik görmeli ve reddetmeliyiz. Mezarlıklarda gezip ölülerimizi yarıştırmaya devam edersek maatteessüf ne kendimizi anlatabileceğiz ne de geleceğe aktaracağımız bir şeyimiz kalacak. Bizle aynı şeylere yaslananların siyaset sahasında milletimizin birçok sorununu çözemediği veya çözüm öneremediğini Gazze örneğiyle yazmaya çalıştığım için şimdilik geçiyorum.
Sona yaklaşırken bu meseleyi ve tarihsel köklerini anlamak için iki hususu düşünmenizi veya aklınızdan çıkarmamanızı rica ederim: farklı milliyetçiliklerin varlığı ve halk kitleleriyle kurulan ilişki. Batıcı elitler eliyle yapıp edilen milliyetçilikle (Şerif Mardin’in merkez çevre ikiliğine dayanan analizine atıfla) merkezin dışında kalan (taşra ve İstanbul’daki) aktörlerin milliyetçiliğinin gelişimine bakılırsa milliyetçiler arasındaki fay hatları anlaşılabilecektir. Ayrıca bu konuları çalışan ya da konuşanların gözünden kaçan önemli bir konu da tabanın “dönüştürücü” gücüdür. Mesela başta mukaddesatçı ittifakta yer alan Atsız, İslamcı/dindar çevrelerle artan yakınlaşmadan rahatsız olmuş ve giderek diğer uca çekilmişti. Atsız kendi yaşadığı ve inandığı milliyetçiliğe kalabalıkların koşacağını düşünürken Altan Deliorman’ın seyahatinden dergi şubelerinin kendisinin İslam ve dindar mütefekkirlerle olan çatışmalarından rahatsızlık duyulduğunu öğrenmişti. Evet, Atsız dönüşmedi hatta ters istikamete ilerledi ama kitleselleşen ideoloji tabana uyum sağladı. Daha bariz şekilde siyasilerin de tabanlarının arzu ve talepleri doğrultusunda dönüştüklerini görmek mümkün.
Sona gelmeden, misafirlerin kapı önü konuşmasına döndü demezseniz, bir parantez de burada bahsedilen özelliğiyle Atsız’ın günümüzdeki yansımaları için olsun. Şimdilerde İslami çevrelerle ile mesafenin artması için çıldıran Atsız çapında biri olmasa da onun düşük profilli taklitleri var. Hayır, sosyal medya fenomenlerini değil kelli felli büyüklerimizi kastediyorum. Yaşlarına, ilimlerine ve tarihimizdeki önemlerine atfedilen değeri korumak, kredilerini tüketmemek istiyorlarsa güncel tartışmalara girmemeliler. Ne kan davalarını ne de kendi uygun gördükleri düzeni dayatmasınlar zira yaptıkları yıkıcı “analizler” hiç de özgün değil, fazlasıyla ezbere dayalı. En iyisi gençlerin her işine karışmayarak kapsayıcı ve tecrübelerine başvurulan kişiler olsunlar.
Hülasa, Batı’yı/Batıcı eliti şeytanlaştırmadan kendi kültür ve medeniyetimize, insanlığın tecrübelerine dayanan bir fikri ortama çok yaklaşmış olabiliriz. Geleneksel çatışmalar, 70’lerin kanlı gömleklerinin ve en önemlisi günlük siyasetin kutuplaşmış yapısında böyle bir fikri ortam yaratmak da yeni bir mutabakat için fazla iyimser görünebilir. Her ne kadar geçmişin gölgesi üzerimizde olsa da geleceğin ışığını da göz ardı etmemeliyiz. Bir şekilde milletçe birlikte yaşadık, şimdiye kadar olan şeyleri temellendirebiliyoruz fakat mesele bununla bitmiyor. Biz gelecekte kendimizi nerede görüyoruz, birlikte yaşama iradesi gösterebilecek miyiz? Hatta ve hatta ufukta bir biz var mı? Bunlara ve takip eden sorulara cevap verebilmek için yeni imkanları değerlendirmeliyiz. Bu sağda bir entelektüel birleşme çağrısı değil, halkımızın özgüvenini yerine getirecek mutabakat denemesidir, çok sağda bir yazı olsa da yurdunu önceleyen herkese yapılan bir teklif gibi düşünülmelidir. Sürekli “Doğu” ya da “Batı’dan” onay görme ihtiyacı duymayan, zihinleri özgürleştirerek kısır tartışmaların ötesinde başıboş köpek sorunundan deprem güvenliğine, sınır güvenliğinden hukukun üstünlüğüne birçok günlük ve gerçek meseleyi çözebilecek bir aşamaya geçmeliyiz. Tekraren, bu bir sağda entelektüel birleşme çağrısı değil, ne sağ-sol tanımlarından ne sağımızın halinden memnunum ve bu denemeyi biraz daha kapsamlı bir gelecek tasviri için yazıyorum. İsmet Özel’den kendi amaçlarım için aşıracağım pergel benzetmesiyle ifade edeyim. Pergelin yazmaz sivri ucunu Türkiye’ye koyalım, çizeceğimiz dairelerin çapına sağcılığımız solculuğumuz, İslamcılığımız, Türkçülüğümüz vs. karar versin ancak üzerinde tartışılmayacak bir Türkiye uzlaşımız olsun, bu noktadan sonra yapacağımız her tartışma ancak hepimizin geleceğine hizmet edecektir.
*Talha Köseoğlu’nun (2023) “Mukaddesatçılık: A Cold War Ideology of Muslim Turkish Ressentiment” makalesi ve İlker Aytürk’ün (2014) “Nationalism and Islam in Cold War Turkey, 1944–69” makalesi ilgililer için yol gösterici olabilir. Henüz elime geçmediği için değerlendirmesem de Ertuğrul Meşe’nin Mukaddesatçı Anti-Kemalizm kitabı da tartışmaya katkı sağlayacaktır.