Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 13 dakikadır.
Toplumsal Cinsiyet, Cinsellik ve Etnisite Söylemi Olarak Milliyetçilik
Toplumsal cinsiyet ve cinselliğe yönelik çağdaş araştırmalar, târihçileri, toplumsal cinsiyet ve cinsel kimlikle ilgili örtülü ya da açık varsayımların, ailelerin ve çocuk yetiştirmenin daha özel alanları kadar siyaset ve kültürle ilişkili kamu alanlarını da şekillendirdiğini görmeye sevk etmiştir. Toplumsal cinsiyet veya cinsel kimliklere ilişkin dil ve edimler bakımından tahlil edildiğinde milliyetçilik, eril/dişil veya normal/anormal davranışların modern tanımlarının güçlü bir ideolojik ifadesi (ve iştirakçisi) olarak görülebilir. Milliyetçi fikirlerin uzun zamandır göz ardı edilmiş bu cinsel boyutları, George Mosse’nin milliyetçiliğin ideolojik inşası ve sonuçlarını keşfetmek için yeni bir kavramsal çerçeve açmaya yardım eden kitabı Nationalism and Sexuality: Respectability and Abnormal Sexuality in Modern Europe (1985) [Milliyetçilik ve Cinsellik: Modern Avrupa’da Saygınlık ve Anormal Cinsellik] için ana fikir gereksinimini karşılamıştır.
Mosse, Avrupalı milliyetçiliklerin erken on dokuzuncu yüzyılda doğuşunun, münâsip toplumsal davranış -özellikle cinsel tutkuları kontrol etmenin ve yegâne saygın, normal cinsel ilişki olarak evliliğin üzerindeki burjuva vurgu- ile ilgili yeni fikirlerin doğuşuyla aynı zamana rastladığını öne sürer. Mosse, bu yeni toplumsal dünyada, gençliğe özgü tutkuları “millet sevgisi”ne yönelterek, cinsel kimlikleri millî kimliklerle ilişkilendirerek ve “saygınlığı halkın tüm sınıflarına yayarak”, milliyetçiliğin “saygınlık”ın bir müttefiki hâline geldiğini belirtir[1]. Hem saygınlık hem de millet, içeridekiler ve dışarıdakiler arasında ya da normal ve anormal arasında açık ayrımlar yarattığından yeni ideolojiler, çeşitli seviyelerde çakışabilirdi. Grubun dışındakiler anormal cinsel davranışlar ve “dişil” tutkular ya da zayıflıklarla ilişkilendirilmeye başlanırken millî üyeler, normal cinsellik ve “erkekçe” veya “yiğit” gibi sıfatlarla özdeşleştirilmeye başlandı. Milliyetçilikler, milletin erdemini (saygınlık) kadınların tecessüm ettirdiğini ve yiğit milliyetçilerin, kendi kadınlarının azizvâri onurunu savunmaları gerektiğini öne sürerek erkekler kadar iyi kadınları da tanımladı. Mosse, toplumsal cinsiyetlendirilmiş millete ilişkin târifinde, “modern milliyetçiliğin dinamiği, erkeklik ülküsü üzerine inşa edildi” diye yazar. “Milliyetçilik aynı zamanda dişil bir ülkü de ortaya koydu ancak bu, büyük oranda edilgendi, milletin yansıttığı değişmez kuvvetleri (örneğin Fransızlar için Marianne, Almanlar için Germania) simgeliyordu”[2].
Bununla beraber, mûteber milliyetçinin pozitif cinsel tasvirleri, aynı zamanda cinsel davranışın “normal” sınırlarını ve “saygın” toplumsal cinsiyet kimliklerini aşan tehditkâr Ötekilerin tasvirlerine de dayanıyordu. Dolayısıyla, tüm toplumsal sınıflardaki münâsip insanlar için “asabi, dengesiz, eşcinsel ve otuzbircinin çirkin karşı-tasviri… milliyetçilik ve saygınlığa karşı tehdidin önemli bir sembolü hâline geldi”[3]. Her ne kadar Mosse, iyi askerler ve milliyetçilerin “erkek erkeğe muhabbeti”nin eşcinsel arzu uyandıran bağlılıklara yol açabileceğine işaret etse de milliyetçiler, erkekler arasındaki sevgi ve sadakatin bu özel ifadesinin şehvetten âzâde olduğuna çünkü millet uğruna müşterek bir sevgiye mâtuf bulunduğuna inandılar. Cinsel yozlaşmaya yatkın olanlar, daima “ötekiler”di ki bu, cinsel kaygıların, ırkçılıkla nasıl kolaylıkla birleşebildiğini açıklayabilir: Avrupalı milletlerin ırksal cevherine karşı tehdit olarak tasvir edilen o gruplar (örneğin Afrikalılar, Yahudiler), aynı zamanda millî erdemlere karşı cinsel tehditler (yani cinsel aşırı serbestliğe ya da eşcinselliğe istekli) olarak tasvir edilmişlerdir[4]. Kısacası, “saf” milletlere yönelik duygusal istek; arındırılmış cinsiyet, toplumsal saygınlık ve şu aralar bizim “aile değerleri” dediğimiz şeye yönelik duygusal istekten hemen hemen ayrılamaz hâle gelmiştir.
Mosse’nin millî ve cinsel kimlikler arasındaki bağlantılarla ilgili târifi, dört edebî kuramcı tarafından düzenlenen bir makale derlemesinde, Nationalisms & Sexualities (1992) [Milliyetçilikler & Cinsellikler], genişletilmiştir: Andrew Parker, Mary Russo, Doris Sommer ve Patricia Yaeger. Editörlerin başlangıçta açıkladıkları üzere çağdaş milliyetçilik ve cinsellik araştırmaları, bu tür kimliklerin kültürel anlamlarının, farklılıkların dinamik, “ilişkisel” bir etkileşimi içinde evrimleştiği varsayımını paylaşmaya eğilimlidir. “Tıpkı ‘erkek’ ve ‘kadın’ın kendilerini karşılıklı olarak (fakat asla simetrik olarak değil) tanımlamaları gibi millî kimlik de kendi içkin özellikleri temelinde değil fakat (tahminen) ne olmadığının bir işlevi olarak belirlenir”[5]. Kimliklerin, farklılığın tanımları yoluyla inşası üzerindeki bu vurgu, Nationalisms & Sexualities boyunca görünür fakat eşcinselliğe dair milliyetçi kaygılarla ilgili tartışmalarda özellikle önemli hâle gelir. Örneğin Lee Edelman, Soğuk Savaş esnasında Amerikalıların, eşcinselliği komünist yıkıcılığa dair korkularla ilişkilendirme şekillerinde bu tür kaygılar bulur. Nitekim Life dergisindeki bir makalenin yazarı, milliyetçi kaygıyı çağın en yaygın metaforlarından biriyle tanımlamıştı: “Eşcinseller de Komünistler gibi bizi gömmeyi mi hedefliyor?” Bu soruya cevabın, saldırgan bir hareketi gerektireceğini varsayarak Komünizme karşı mücadelenin Amerikan liderleri, “gay cinselliğin yabancı bir bulaş olarak geniş çapta algılanışı[6]” nedeniyle hükûmetteki eşcinselleri tespit etmeye çabaladılar.
Cinsel kategorilerin modern milliyetçilikler üzerindeki etkisine dair bu tür argümanlar, “milletin savunusu”nda uyandırılan duygusal yoğunluğu çözümlemek için yeni yollar sağlar. Amerikalıların, kadınlar ve eşcinsellerin askeriyede eşit hak ve görevlere sahip olması gerektiği tekliflerine karşı tepkilerinde görüldüğü üzere, milliyetçi bir kimliği savunmak aynı zamanda ötekilerden kaynaklanan tehditler karşısında cinsel bir kimliği savunmak anlamına gelir. Her ne kadar geleneksel dışlamanın savunucuları, kendi görüşlerini desteklemek için “doğa”ya başvursa da hem millî ve hem cinsel kimliklerle ilgili en son araştırmalarda yinelenen ana fikir, tüm kimliklerin târihsel olarak inşa edildiğine vurgu yapar -etnik kimliklerle ilgili târiflerin de çoğunda görülen özcü karşıtı (anti-essentialist) bakış açısı.
Etnik milliyetçiliklerin çağdaş araştırmacıları, antik ırksal, dinsel ve dilsel cemaatleri temsil ettiklerini söyleyen milliyetçilerin iddialarını genellikle reddeder; aslında eleştirel araştırmacıların belirttiği gibi bu tür iddialar, kaçınılmaz olarak modern anlatılara bağlıdır. Ancak etnik milliyetçiliklerin son on yıllarda yeniden güçlenmesi, etnisiteyi tartışmaya geri getirmiş ve Anthony Smith, modern milliyetçiliklerin etnik iddiaları ve sürekliliklerini, kendi çözümlemesi için ana fikir olarak bilhassa almıştır. Milliyetçiliğe yönelik pek çok yaklaşımın, müşterek kimliğin modern öncesi ve modern şekilleri arasında aşırı bir fasıla varsaymasından yakınan Smith, milli kimliklerin “etnik bağlar ve duyarlılıkların dayanıklı temeli”nde kök saldığını ve “etnisitenin, zamana sebat eden kültür ve toplumsal yapının bir bileşenini teşkil ettiği”ni öne sürer. Smith’e göre modern milletler, hepsi de milliyetçi kültürel hareketlere ve bağımsız millî devlet isteklerine katkı sağlayan “etnik kökenler ve bağlar hakkındaki duyarlılıkları, inançları ve mitleri” muhafaza etmiş “kültür zengini cemaatler”den evrimleşir[7].
Smith’e göre, yeni millî devletler, sömürgeye ait ve modern öncesi selefleri gibi devlet ve “halk” arasında kaçınılmaz şekilde bir uçurum yarattıklarından etnik cemaatlerin savunusu, bağımsızlıktan sonra da devam eder. “Devlet” ve “millet” arasındaki mutabakata dair arzu karşılanmamış kalır, böylelikle ulus-devletin sağlamasını istedikleri statü ve itibardan kendilerini dışlanmış bulan aydınlar ve toplumsal gruplar arasında etnik milliyetçiliğin yeni şekillerini besler. Aydınlar, milliyetçiliği sıklıkla modernleşme gereksinimi (bilim) ile millî kültürleri koruma gereksinimini (gelenek) uzlaştırmanın bir yolu olarak görmelerine karşın nihayetinde modernleşme projesinin, devletin temsil ettiğini öne sürdüğü “halk”ın çoğunu yok saydığını keşfetmişlerdir. Bu nedenle etnik milliyetçilik, Smith’e göre, önceden var olan kültürel bir temelden doğar fakat kendi devletlerinde bile tanınmamış etnik cemaatler adına konuştuğunu iddia eden aydınlar arasında antik kültür, yeni şekiller alır[8].
Smith’in etnisite tartışması, Mosse ve diğer taze târihçileri ilgilendiren cinsel kimlikleri incelemez fakat onların milliyetçiliğin kültürel temsillerine ve bunların “iyi milliyetçilikler” (Batılı) ile “kötü milliyetçilikler” (Doğulu) arasındaki bilindik, kategorik ayrımlara direnişine olan ilgilerini paylaşır. Ancak çoğu yazar Smith ve Mosse’nin aksine milliyetçilik târihini, târif ettikleri kültürleri sınıflandıran, takdir eden ve kınayan ikilemlerle anlatır.
Târihsel Çözümlemenin Kategorileri Olarak Milliyetçilikler
Milliyetçiler, alışılageldik şekliyle milletlerini diğerlerinden nasıl farklı olduklarını vurgulayarak târif ederler; bu nedenle milliyetçilikler târihi, bir açıdan değer hiyerarşileri yaratan bir düşünsel ikilemler (kendi/öteki) târihi olarak târif edilebilir. Bu bakımdan milliyetçilik hakkındaki târihsel alanyazının çoğu, milliyetçi kültürlerin düşünsel eğilimlerini kopyalar çünkü alanyazın da kültürleri, târihsel farklılıklar ve “iyi” ya da “kötü” gelişimin çelişen modelleri açısından sınıflandırır. Milliyetçiliğin târihyazımındaki bu ikili yapı, Friedrich Meinecke’nin Cosmopolitanism and the National State (1907) [Kozmopolitanizm ve Millî Devlet]’indeki “kültürel” milletler ve “siyasal” milletler arasındaki ayrımından başlayarak yirminci yüzyıl boyunca görünmüştür. Meinecke’nin farklılığı tanımladığına göre, siyasal milletler “esasen müşterek bir siyasal târih ve anayasanın birleştirici kuvvetine istinat eder”ken kültürel milletler “esasen müştereken deneyimlenmiş birtakım kültürel mirasa istinat ediyor”du[9]. Bu ayrım, kuşkusuz Almanya (kültürel millet), Fransa ve İngiltere’nin (siyasal milletler) çelişen târihlerine atıfta bulunmuş ve Meinecke’ye Almanya’nın felsefî ve kültürel başarılarını tasvip etmenin kavramsal araçlarını vermiştir.
Her ne kadar Meinecke’nin kategorileri, milliyetçilikler ve milletlere dair diğer târihlerde sıklıkla yeniden görünse de Alman milliyetçiliği ve Nazizmin müteâkip evrimi, çoğu târihçiyi, onun hayranlık duyduğu “kültürel” milliyetçiliğe karşı çok daha eleştirel kılmıştır. Nitekim 1930’lar ve 1940’lardaki faşist milliyetçiliklerin ideolojileri ve eylemleri; “Batılı” milliyetçiliklerin siyasal demokrasisi, medenî hakları ve akılcılığına karşı kültür, ırk ve akıldışıcılığı öven tehlikeli bir “Doğulu” milliyetçiliğin nihaî, korkunç ifadesi olarak sıklıkla yorumlanmıştır. Hans Kohn, bu ayrımların klasik açıklamasını II. Dünya Savaşı sırasında sunmuş fakat onun ikilikleri, milliyetçiliğin anlamını günümüze dek şekillendirmiştir. “Batılı milliyetçilik özünde bireysel özgürlük ve akılcı kozmopolitanizmle bağlantılı iken”, Kohn öne sürüyor, “Orta ve Doğu Avrupa ile Asya’daki geç milliyetçilik, aksi bir gelişmeye kolaylıkla meylediyordu”. Böylece bu “geç milliyetçilik”, Almanya gibi yerlerde Batılı Aydınlanma gelenekleriyle bağını kopardı ve “akıldışı, uygarlaşma öncesi halk telakkisi etrafındaki esrarlı bütünleşme”ye yönelik feci, Romantik bir arzuya dönüştü[10].
Diğer yazarlar, Kohn’un “Batı” ve “Doğu” arasındaki farklılıklarla ilgili görüşünü, siyaset ve toplumsal sistemler üzerine daha fazla odaklanarak genişletmiş ve düzenleyici ayrımlarını her zaman Kohn’inki kadar aşikâr yapmamışlardır. Yine de temel karşıtlık (Batı/Doğu), araştırmaları kendilerini başka bakımlardan Kohn’un neslinin görüş ve yöntemlerinin çok ötesine taşımış yazarlar için etkili bir paradigma olarak kalmıştır. Bu ikiliğin cazibesinin çoğu, Batı Avrupa’daki toplumların, onları Doğu’ya dek diğer toplumlardan farklılaştıran yollarla geliştiği gerçeğinden kaynaklanır. Örneğin, ne İngiltere ne de Fransa bir ulus-devletin kuruluşu için mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Geç Doğulu milliyetçilikler, John Plamenatz’ın belirttiği gibi, yeni devletler yaratmanın ya da seçkin yüksek kültürlerin varlığını öne sürmenin güçlüğü ile yüzleşti -Batılı millî devletlere ve kendilerinden önce gelen kültürlere göreli atıfları önleyemeyen kültürler (Slavlar, bu karmaşık sürece dair bir örnek arz ederler)[11]. Erken “Risorgimento” milliyetçiliklerinin yeni siyasal devletlere dair iddialarını, Peter Alter’in Fransız İhtilâli’nin kozmopolitan, “liberal” mirası olarak târif ettiği şey üzerine yine de inşa edebilmesine karşın Orta Avrupalı milliyetçilerin çoğu, sonradan “mutlak olarak tek millet”i tanımlayan “bütünsel” bir milliyetçiliği benimsedi, belirli kültürler ve ırkların üstünlüğünü ileri sürdü ve bu kültürler ya da ırklar arasındaki ilişkileri, sonsuz bir mücadelenin Darwinci diliyle târif etti[12].
Benzer kategorik farklılıklar, (savı, “modernleşme” kuramları bağlamında kaydedilmiş) Liah Greenfeld ve Rogers Brubaker’in titiz, yaratıcı çalışmaları, Citizenship and Nationhood in France and Germany (1992) [Fransa ve Almanya’da Vatandaşlık ve Millettaşlık], dâhil olmak üzere Avrupalı milliyetçiliklerle ilgili sayısız yeni açıklamayı şekillendirmiştir. Brubaker, bir Almanya vatandaşı olmaktansa bir Fransa vatandaşı olmanın neden her zaman daha kolay olduğunu açıklamak için târihi kullanır -çelişen “millettaşlık” kavramlarına dek izini sürdüğü önemli bir kültürel farklılık. Brubaker’a göre Fransa, milleti ve vatandaşlık haklarını tanımlamada, evrensel siyasal değerlere bağlılık ve Fransız toprağında ikâmet ya da doğum bakımlarından 1789’un mirasından yararlanmıştır; oysa Almanya, kendi milleti ve vatandaşlığını daima bir “soy cemaati” olarak tanımlamıştır. Dolayısıyla Fransız milliyetçiliği, Fransız siyasal ve kültürel ülkülerini kabul edenler için “asimilasyoncu” ve kapsayıcı olmuştur; Alman milliyetçiliği ise etnisiteyi vurgulamış ve dolayısıyla esasen diğerlerine kapalı kalmıştır. Steven Vincent’in Fransız/Alman ikiliği hakkındaki bir diğer bahiste işaret ettiği üzere, şüphesiz Fransız milliyetçiliğinin “evrenselcilik”i sık sık belirli toplumsal grupları dışlamış ve iddialarını düşünsel savlar yerine şiddet ile öne sürmüştür (mesela Avrupa içindeki devrimci savaş hâli, Avrupa dışındaki emperyalizm)[13]. Hâlâ Brubaker, Vincent ve diğer pek çokları için Fransız ve Alman, Batılı ve Doğulu arasındaki ayrım, -inceleme; Bosna, Hindistan ya da Orta Doğu’daki çağdaş çatışmalara yöneldiğinde bile- milliyetçilikler târihini sınıflandırmak için en kullanışlı sistem olarak kalmıştır.
Bu kalıcı kategorik ikiliklerin en kapsamlı yeniden ifadesi, Liah Greenfeld’in Nationalism: Five Roads to Modernity’sinde bulunabilir. Bu kışkırtıcı çalışma; İngiltere, Fransa, Rusya, Almanya ve Birleşik Devletler’deki milliyetçilikler hakkında az rastlanan bir bilgi ve kuram zenginliği içerir fakat yapılandırıcı varsayımları, esasen 1940’lardan beri milliyetçilikle ilgili birçok kitabı şekillendiren Batı ve Doğu arasındaki karşıtlıkları tekrarlar. Greenfeld’e göre milliyetçilik, on altıncı ve on yedinci yüzyıl İngiltere’sinde ilk olarak bireysel itibarın, özgürlüğün, akılcılığın ve siyasal eşitliğin bir tasvibi olarak doğmuştur. Bu erken İngiliz milliyetçiliği; medenî ve siyasal sorumlulukları vurguladığından, bireysel özgürlüğün değerini tanıdığından ve siyasal kuramlarını nesnel deneyimlerin sağlam temeli üzerine bina ettiğinden, “iyi” bir milliyetçilikti. Aynı türde yapıcı bir milliyetçilik, on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar boyunca (köle sahibi Güney dışında) daha demokratik yönlerde durmadan evrimleşen Amerika’da çok geçmeden yeniden göründü.
Bu sırada Fransızlar, akılcılık ve özgürlüğü vurgulayarak fakat ne yazık ki devlet ve aklın soyut görüşlerine İngilizlerden daha fazla inanarak kendi milliyetçi ideolojilerini geliştirdiler. Rus milliyetçileri, aksine, millî kimliklerini “kan ve toprak” ya da “ruh” bakımlarından, böylece aklı reddederek ve bireylerin özgürlüğü yerine “halk”ın hikmetini överek ortaya koydular. Bu Rus akıldışıcılığının yeterince kötü olmasına karşın, Batı karşıtı milliyetçiliklerin tam fenalığı, en sonunda Alman Romantiklerinin akılcı, demokratik, bireyselci idealleri reddiyle ortaya çıkmıştır. “Romantikler,” diyor Greenfeld, “bireyin özgürlüğüne -yani kişisel bağımsızlık ile zorlama ve keyfî hükûmetten özgürlük-e dair hiçbir anlayış ve tada sahip değillerdi”[14]. Bu nedenle Alman aydınları, milletlerini, felsefe ve dilin Alman ırkında kendini gösteren daha yüksek bir gerçekliği olarak tasavvur etmişlerdir ki bu da Alman milliyetçiliğini, erken Romantik şairlerden Nazizmin soykırımcı politikalarına dek şekillendiren etkili bir konudur. Greenfeld, hem Marksizm hem de Hitler için suçladığı Alman milliyetçi kültürüne yönelik geniş bir kınamasında “Almanya, Alman millî kimliğinin var olduğu andan itibaren Holokost için hazırdı” yazar[15].
Böylelikle Greenfeld’in kitabı, milliyetçiliğin târihi hakkındaki çoğu Batılı makalenin analitik kesimlerini yeniden tasdik etmek için yeni ve eski savları bir araya getirir. Seleflerinin kavramsal çerçevesine geri dönerek, Batılı ve Doğulu milliyetçilikler arasına katî ayrımlar çizer ve Alman-Rus, etnik-kolektivist milliyetçiliklerin tehlikeleri karşısında Anglo-Amerikan, uygar-bireyselci milliyetçiliklerin üstünlüğünü açıkça ileri sürer. “Doğulu” milliyetçiliklerin vahşi târihi, Greenfeld’in ikilikleri için ikna edici kanıtlar sunar fakat onun konuları da “Batılı” milliyetçiliklerin öz-temsillerine riayet eder, “Batılı” millî devletlerin vahşiliğini görmezden gelir (mesela, yerli Amerikalıların ırkçı yok edilişini ele almaz) ve 1990’larda milliyetçilik târihinin 1940’lardaki Stalinizm ve Nazizm hakkındaki korkulara nasıl takıntılı kaldığını gösterir. Bu kaçınılmaz târihsel bağlamlardan son derece etkilenen Greenfeld, modern milliyetçiliğin anlamını, yirminci yüzyılın en çarpıcı siyasal ve askerî çatışmalarından kaynaklanan kutuplaşmalar ve muhalif kesimlerle anlatır.
Milliyetçiliğin Geleceği ve Yorumcuları
Tıpkı milliyetçiliğin kendisinin nihâî anlatılardan kaçınması gibi, milliyetçilik hakkındaki târihyazımının da nihâî sonuçları olanaksızlaştırdığını belirtmiştim. Dolayısıyla, milliyetçilik hakkındaki bir kuram ya da anlatıyı soyutlamak ve tüm diğerleri üzerindeki kesin üstünlüğünü öne sürmek bence imkânsızdır; yine de bence son günlerdeki en yenilikçi çalışma, milliyetçi fikirlerin kültürel târihlerinde görünür. Özetlediğim her bir kuram, muhtemel milliyetçilik târihçilerinin milliyetçi ideoloji ya da eylemin yeni târiflerini inşa ederken düşünmeleri gereken kavrayışlar sunar; nitekim pek az târihçi, milliyetçiliğin modern dünya târihindeki yaygın etkisini târif etmek için zaten kullanılan açıklayıcı kategorilerin ötesine geçebilecektir.
Biz yine de yeni kuramların ortaya çıkmasını bekleyebiliriz; kısmen milliyetçiliğin kaybolmaya dair pek az belirti göstermesinden, kısmen milliyetçi kurumlar ve fikirlerin evriminin dikkatini yeni sorunlara verecek olmasından ve kısmen de kültürün dinamik târihinin, daha önce gördüğümüz şeyi târif etmek için yeni kavramsal bakış açıları üretmeye kararlı oluşundan dolayı. Örneğin son yıllarda toplumsal cinsiyet, cinsellik, edebî anlatı ve kimliğin kültürel inşası hakkındaki yeni kuramlar, milliyetçiliğin anlamı ve etkisini yeniden tanımlamada târihçilere yardım etti. Milliyetçilik çalışması hakkında kim her ne söylerse söylesin, bu, yorumcuların siyasal ve kültürel çevrelerinin söylem konuları üzerinde özellikle görünür bir etkiye her zaman sahip oldukları bir alandır. Bu târihsel model, kuşkusuz gelecekte de devam edecektir; böylece değişen çevreler, milletler ve milliyetçilikler hakkındaki yeni anlatıları şekillendirmeye kaçınılmaz olarak yardım edecektir. (Tıpkı tek bir milliyetçilik ya da herhangi bir belirli milliyetçilik üzerinde tek bir etki olmaması gibi târihsel metinleri açıklayan tek bir bağlam da yoktur.)
Bilimin kültürel inşası, milliyetçiliklerin kültürel inşası gibi farklılık ve kimlik ilişkilerine bağlı, hem iktisadî kuvvetlerden hem de fikirlerden etkilenen ve milliyetçiliklerin yeni devletleri vücuda getirmesi gibi yeni yorumlar ve yeni uğraşıları vücuda getiren dinamik bir süreçtir. Bu nedenle milliyetçiliğin târihsel tahlili, milletlerin çağdaş, evrimleşen târihi kadar açık uçlu kalır. Milliyetçilik kuramcıları arasındaki ihtilafların, tıpkı milletler arasındaki ihtilaflar gibi devamlılık gösterdiği ve tekerrür ettiği de doğrudur; gerçi bilim insanlarının çekişmeleri, nadiren aynı ölümcül sonuçları taşır. Ama bilimin ve milliyetçiliğin gelecek yüzyıldaki çatışmaları ve sonuçlarını kim tahmin edebilir ki?
Kuzey Carolina Üniversitesi, Chapel Hill.
[Makalenin orijinali için bakınız: Kramer, L. (1997). Historical Narratives and the Meaning of Nationalism. Journal of the History of Ideas, 58(3), 525- 545. University of Pennsylvania, https://www.jstor.org/stable/3653913]
[1] George Mosse, Nationalism and Sexuality: Respectability and Abnormal Sexuality in Modern Europe (New York, 1985), 9.
[2] Ibid., 64.
[3] Ibid., 31.
[4] Ibid., 80, 134, 138, 147, 151.
[5] Andrew Parker, Mary Russo, Doris Sommer ve Patricia Yaeger, “Introduction,” Parker et al. (eds.), Nationalisms and Sexualities (New York, 1992), 5’te.
[6] Lee Edelman, “Tearooms and Sympathy, ya da, The Epistemology of the Water Closet,” ibid., 268-69’da. Aynı zamanda bakınız Anne McClintock, Imperial Leather: Race, Gender and Sexuality in the Colonial Contest (New York, 1995), esp. 352-89.
[7] Anthony D. Smith, Theories of Nationalism (1971; New York, 1983), xxxi-xxxii; alıntılar ikinci baskıya önsözden; ve bakınız Smith, The Ethnic Revival (Cambridge, 1981); The Ethinc Origins of Nations (Oxford, 1986); ve National Identity (London, 1991) [Türkçesi için bakınız: Smith, A. D. (2014). Milli Kimlik. (Çev. B. S. Şener). İletişim Yayınları.].
[8] Smith, Theories of Nationalism, xxxvi, 231-54.
[9] Friedrich Meinecke, Cosmopolitanism and the National State, trans. Robert B. Kimer (Princeton, 1970), 10.
[10] Kohn, The Idea of Nationalism, 330, 351.
[11] John Plamenatz, “Two Types of Nationalism,” Eugene Kamenka (ed.), Nationalism: The Nature and Evolution of an Idea (New York, 1976)’da, 27, 29-31.
[12] Alter, Nationalism, 19-23, 26-27; alıntı, 26.
[13] Rogers Brubaker, Citizenship and Nationhood in France and Germany (Cambridge, Mass., 1992), 1, 14, 72, 111-13, 115, 119, 177-78 [Türkçesi için bakınız: Brubaker, R. (2022). Fransa ve Almanya’da Vatandaşlık ve Ulus Bilinci. (Çev. E. S. Dağabak). Gav Perspektif.] ve K. Steven Vincent, “National Consciousness, Nationalism, and Exclusion: Reflections on the French Case,” Historical Reflections/Réflexions historiques, 19 (1993), 433-49.
[14] Greenfeld, Nationalism: Five Roads to Modernity, 348-49; ve diğer milliyetçilikler üstüne cf. 31, 79, 86, 167-68, 256, 261, 409, 420, 449, 476, 484.
[15] Ibid., 384; aynı zamanda bakınız, 387-95.
teşekkürler çok yararlı olmuş