Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 9 dakikadır.
Türkiye’de Filistin’den Irak’a, Suriye’den Suudi Arabistan’a Arapların yaşadığı memleketlerle alakalı herhangi bir gelişmeye verilen ilk ve en güçlü tepkilerden birisi daima Arapların bizi sırtımızdan vurduğu görüşü üzerine inşa edilen tarihi düşmanlık yaklaşımıdır desek herhalde abartmış olmayız. Türkiye’nin özellikle son yıllarda bölgesel meselelere dair geliştirdiği ilginin çarpıp döndüğü en büyük toplumsal dalgalardan birisi Arapların Türkiye’ye İngilizlerle bir olarak ettiği ihanetin asla unutulmayacak boyutlarda olması. Örneğin Türk kamuoyunda 93 harbi, Balkan Savaşları ve 1980’ler başta olmak üzere Bulgaristan’da çoğu toplumsal fikirbirliği üzerinden ve devlet desteğiyle gerçekleşen Türk aleyhtarlığına gösterilecek en önemli örnekler göz ardı edilebilirken Arapların Şerif Hüseyin liderliğinde bize yaptıkları, milli bir kin olarak ortaya sürülmekte, bu ikisi arasındaki orantısızlık kimsenin dikkatini celbetmemektedir. Henüz ortaokul yıllarından başlayarak tarih derslerinde Arapların bize isyan ettiğini öğrendiğimiz ve bunu ciddi ve ilmi bir tenkite tabii tutmadığımız da düşünüldüğünde Fromkin’in şu tespiti bize bu öğrendiklerimizin doğruluğunu sorgulamaya muhtaç ediyor sanırım: “Ne Hüseyin’in ordusu ne de gizli cemiyetlerin gözle görülür bir desteği vardı. Davaları uğruna on binlerce, yüzbinlerce Arap toplayacakları fikri- buna kendileri inansalar bile hayalden öteye gitmiyordu.”[1]
Her ne kadar akademik çalışmalar yaptığım bir alan olmasa ve tercüme konusunda bir tecrübem olmasa da geçenlerde okuduğum bir makalenin ilgimi çeken bölümlerini Türkçe’ye çevirerek muhakeme’de paylaşmak istedim. Belli bölümlerini tercüme etmeye çalışacağım makalenin ismi “Myth in the Desert; or Not the Great Arab Revolt”. Yazarı King’s College’da Orta Doğu ve Akdeniz Çalışmaları’nın kurucu direktörü olan İsrailli/İngiliz tarihçi Efraim Karsh ve yine Orta Doğu üzerine akademik çalışmaları bulunan Inari Karsh. Makale, Şerif Hüseyin’in Mısır’da bulunan İngiliz komiserliğiyle yazışmaları üzerinden Şerif Hüseyin’in isyanının büyüklüğünü irdeliyor. Burada en önemli kısımlardan bir tanesi de elbette Arapların Osmanlı’ya isyan eden Şerif Hüseyin’e yönelik yaklaşımları. Elbette makalenin[2] tamamını tercüme etmeyeceğim ve sadece Araplar Osmanlı’ya isyan eden Şerif Hüseyin’e nasıl tepki verdi sorusunun cevabını kısaca[3] aramaya çalışacağım. Zira “Şerif Hüseyin ve onun kontrolündeki bedeviler Osmanlı’ya isyan ederek Türkleri zor duruma düşürdü, kimi Arap milliyetçisi aydınlar bunu destekledi ancak Arapların çoğu Osmanlı’dan yanaydı.” cümlesiyle “Araplar bize isyan ederek bugün yaşadıkları her şeyi hak ettiler.” cümlesi arasında anlam ve dünyayı yorumlama biçimi açısından önemli farklar olduğuna inanıyorum. Karsh’ın makalesinin kutsal bir kitap olmadığının farkındayım bu yüzden bilgilerin kesin doğruluğunu iddia edemem[4] ancak istiyorum ki Middle Eastern Studies isminde ciddi bir dergide ciddi bir akademisyenin yazdığı böyle farklı bir görüşün mevcudiyeti de göz ardı edilmesin. Keyifli okumalar diliyorum:
“Modern Ortadoğu’nun yıllıklarında, Birinci Dünya Savaşı’nın sözde ‘Büyük Arap İsyanı’ndan daha güçlü bir mit muhtemelen yoktur. Bu ‘Büyük Arap İsyanı’ değildi; Hüseyin’in bir imparatorluk için kişisel isteğiydi. Şerif, ‘Arap Milleti’ni Osmanlı esaretinin zincirlerinden kurtarmaya çalışan bir ulusal kurtuluş savunucusu değildi: O, Osmanlı imparatorluğunun yerine kendi imparatorluğunu geçirmek için benzersiz bir fırsat penceresinden yararlanmaya hevesli bir emperyalist adaydı. Eğer ‘Osmanlıcılık’ kavramını gerçekten benimsemişse (ki kesinlikle öyle değildi), bunu ‘Arapçılık’ değil, ‘Haşimizm’in kendi çıkarlarına hizmet eden davası uğruna bir kenara attı. Hüseyin, çoğu savaşın neredeyse sonuna kadar hükümdarlarına sadık kalan ve çöl isyanını tam bir kayıtsızlıkla ve hatta düşmanlıkla gören Osmanlı İmparatorluğu’nun 8-10 milyon Arapça konuşan tebaasının isteklerini de temsil etmiyordu. Arap anavatanı bir yana, memleketi Mekke’de bile şerifin otoritesi kabul görmekten çok uzaktı. (s. 267)
(İngiliz idaresi altında bulunan Mısır’da yer alan İngiliz subaylarının Şerif Hüseyin’le kurdukları irtibatın ardından Şerif Hüseyin’in McMahon’a onun da İngiliz hükümetine ilettiği vaatlerin ele alındığı bölümde) Austen Chamberlain[5], McMahon’un vaatleri üzerine; “Mısır’da toplanan ve Arapların duygu durumları üzerine olan bilgilerin değerini tahmin edecek pozisyonda değilim.” yorumunu yapmıştır. “Bilgi kaynaklarımdan Şerif’in önemsiz bir kimse olduğunu, amaçlarını gerçekleştirecek güce sahip olmadığını, birlik veya birlik olma ihtimalinin Araplarda tamamen eksik olduğunu öğreniyorum. Orduda veya başka yerlerde çıkarılması önerilen Arap isyanına dair umutlar bana temelsiz ve etkinliği şüpheli geliyor. Unutmamalı ki; dost Ibn Saud ve Idrisi gibi aşiret reislerinin Şerif karşıtı olduğu söylenirken Ibn Reşid ve İmam gibi Şerif’e dost aşiret reislerinin de Türk destekçisi olduğu söylenmektedir.” (s. 287)
Şerif Hüseyin’in (Sultan’ın ettiği cihat ilanını onaylamaktan kaçınarak) cihat ilan etmemiş olmasını gözetmeksizin, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusu saflarında 100.000 ila 300.000 arasında Arap savaştı ve eğer şerif, hükümdarının cihat çağrısına kendi sesini de ekleseydi, bu azımsanmayacak/önemli sayı daha fazla artmazdı. (s. 290)
(Hindistan Müslümanlarının ve Afganların genel tepkilerinin Şerif Hüseyin isyanına tepki dolu olduğuna devamla, Hindistan Müslümanları ve Afganlar, Şerif Hüseyin’e) Muhalefette yalnız değildiler. Arapça konuşulan eyaletlerde şerifin ayaklanmasına verilen genel tepki kayıtsızlıktan doğrudan düşmanlığa kadar uzanıyordu, bu da onun ‘istisnasız tüm Arap ulusunu’ temsil etme iddiasının boşluğunu vurguluyordu… (Arap) milliyetçiler arasında Anglofobi arttıkça, Şerif’i Halife’ye karşı bir asi ve İngilizlerin köle olarak kullanılan olarak sunarak itibarını sarsmaya çalışmak meşguliyeti artmaktaydı. İsyanın gerçekliği ortaya çıkmaya başladığında bile, kamuoyu düşmanlık ile mesafelilik arasında gidip gelmeye devam etti ve ulema, Osmanlı İmparatorluğu sağlam kaldığı sürece Şerif’i Halife olarak tanımayı reddetti. Suriye-Lübnan göçmen topluluğu tarafından açıkça düşmanca bir tutum sergilendi. (s. 291)
İsyan, bırakın milliyetçi duyguları alevlendirmeyi, Levant’ta da halk desteği bile kazanamadı. Suriye’de kentli siyasi liderlik, Osmanlı hükümdarlarına sadık kaldı. Birçok kişi, savaş boyunca idari görevlerini korudu ve güneydeki isyanı alarm hali ve küçümsemeyle ihanet olarak gördü. Hüseyin isyan çağrısını en güçlü dini terimlerle yapmış olsa da, İmparatorluğun en yüksek bütünleştirici gücü olarak İslam’ın gücü, kültürel olarak aşağı, sosyal olarak geri ve sadece ismen dindar kabul edilen Arap kabilelerinin kutsal savaş çağrısını boğdu.
Aynı durum, Osmanlı’nın cihat ilanının büyük bir coşkuyla karşılandığı Filistin için de geçerliydi. Cemal Paşa’nın 1915 sonbaharından itibaren Levant’ta aldığı baskıcı tedbirler bile yerel halkı padişahın aleyhine çevirmedi. Hoşnutsuzluk mırıltıları, 1917 yazından önce olmamak kaydıyla, Akabe’nin Şerif güçleri tarafından ele geçirilmesinden, İngilizlerin Mısır’dan Filistin’e ilerleyişinden ve müttefiklerin Levant’taki başarılarının ortaya çıkmasından sonra yüzeye çıkmaya başlayacaktı; ancak bunlar Şerif’le özdeşleşmekten ziyade Osmanlı’nın yaşadığı aksaklıkların neden olduğu ciddi yiyecek, yem ve odun kıtlığından kaynaklanıyordu.
Mısır Seferi Kuvvetlerinin istihbarat bölümünün yöneticisi Albay Richard Meinertzhagen, anılarında 1 Aralık 1917’de İngiliz kuvvetlerinin Yafa’nın yaklaşık yirmi mil güneyindeki Ramleh’e girdiğinde şunların yaşandığını anlatıyor:
Büyük bir grup Türk esir, önlerinde İngiliz Muhafızları olmaksızın, köyün içinde yürüyordu. Araplar, bunun Türk Ordusu’nun dönüşü olduğunu düşünerek, sevinç çığlıkları atarak ve Türk bayraklarını sallayarak, kuvvetle dışarı çıktılar; ancak hizanın sonu görününce süngü takan İngiliz askerlerini görerek hatalarının farkına vardılar ve kafa karışıklığının ne kadar büyük olduğunu fark ettiler. Yüzleri bir darbeyle düştü ve üzüntüyle barakalarına doğru sindiler. (s. 292)
İngilizler, Hindistan’da tutuklu bulunan Mezopotamyalı savaş esirlerini şerifin isyanına katılmaya ikna etmekte bile büyük zorluklar yaşadılar; çoğu Osmanlı padişahlarına-halifelerine sadık kaldı; diğerleri ailelerinin güvenliğinden endişe duyuyordu; bazıları ise Hicaz’daki gelişmelere tamamen kayıtsız kaldı. Aralık 1916’da iki İngiliz gemisi Hicaz’a yaklaşık 2.100 asker ve 90 subay getirdiğinde, yalnızca altı subay ve 27 asker karaya çıkmayı kabul etti; geri kalanı Mısır’daki mahkum kamplarına gönderildi. (s. 293)
Şerif Hüseyin’in kendisi daha gösterişli iddialarda bulundu. 18 Şubat 1916’da McMahon’a yazdığı mektubunda, böyle olmayacağının gayet farkında olmasına rağmen, kendi Hicaz kuvvetleri dışında Osmanlı ordusundaki 100.000 kadar Arap askerini isyanına katma olasılığından söz ediyordu. Daha sonra askeri potansiyeline ilişkin sürekli fantastik rakamlar verecek ve zaman zaman 250.000’e kadar asker yetiştirdiğini iddia edecekti. Bu iddiaların elbette gerçekle hiçbir ilgisi yoktu. Şerif’in askeri kapasitesi, İngiliz muhataplarına çizdiği gürültülü tablodan çok farklıydı. Onun zayıf eğitimli ve yetersiz donanıma sahip 10.000-15.000 kadar sadakatsiz aşiret üyesinden oluşan cılız kuvveti, İngiliz desteği olmadan Türklerle mücadele edebilecek durumda değildi. (s. 294)
Parça parça tercüme etmeye çalıştığım makaledeki alıntılar, Şerif Hüseyin’in ve emrindeki güçlerin bütün bir Arap coğrafyasının hislerini yansıtmadığını ve desteğini almadığını gayet net bir şekilde açıklıyor sanırım. Elbette Arap milliyetçiliğinin doğuşu ve daha önce Osmanlı’ya isyan eden Arapların varlığı da düşünüldüğünde bütün Arapların Osmanlı’ya sadık olduğunu söylemek mümkün görünmemekte. Yine de bütün Arapların veya Arapların çoğunun Osmanlı’ya ihanet etmiş olduğunu düşünmek de biraz hatalı sanırım ne dersiniz? Bir makaleden çeşitli alıntılar yapmakla bitirmeyi planladığım bu yazıya, editörlerimiz de izin verirlerse ilk sayfada dipnotta atıf yaptığım tezde yer alan birkaç alıntıyı eklemek isterim:
Arap Milliyetçiliği üzerine çalışan bir başka akademisyen Adeed Davisha isyan hakkında şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Şerif’in amaçlarının Arapçılıkla ilgisi olmaması yanında, yaptığı isyan çağrısına Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap nüfusunun verdiği destek hiçbir zaman başta planlandığı gibi arzu dolu olmaması, Hüseyin’in isyanının ‘Büyük Arap İsyanı’ olarak yansıtılmasını sorgulamamızı gerektirir.”
Birinci Dünya Savaşı’nda Suriye’de 4. Ordu Kurmay Reisi olarak görev yapan Ali Fuat Erden’e göre:
“Hicaz İsyanı Arap isyanı değildi. Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in isyanıydı ve İngiliz ajanları tarafından İngiliz altını, İngiliz buğday ve pirinci ile elde edilen çöl Araplarının yardımıydı. Yalnız asilerin karargahında birkaç Bağdatlı (Irak Başvekili Nuri Said Paşa gibi) ve Şamlı zabit vardı ki bunlar, isyana Arap isyanı manzarası vermeye çalışmışlardı.”
Yine aynı dönemde Medine’de görev yapmış Feridun Kandemir de aynı şeyi düşünmektedir:
“Araplar istiklal mi istiyorlardı? Hayır. Araplar bütün bu harp boyunca Türklerle omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cephede savaştılar ve hatta istiklal savaşımızda Aydın cephesinde, Mehmetçiklerle yan yana Yunanlılarla boğuşarak canlarını veren Araplar vardı. İlk Cihan Harbinde, Araplarla meskun hiçbir yerde, ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen ne de Filistin’de Türklere isyan eden tek bir Arap görülmedi. İsyan eden, sadece Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa idi ve bütün Arapları hükmü altına alıp kral, hatta imparator olmak sevdasındaydı. Şerif Hüseyin’in bu isyanda kullandığı Araplar, Hicaz çöllerinde öteden beri göçebe hayatı yaşayan ve talan ile geçinen, dünyadan habersiz bedeviler idi. Mekke, Taif, Cidde gibi şehir ve kasabalardaki Araplar, isyana katılmadıkları gibi Şerif Hüseyin de zaten bunlardan asker almak teşebbüsünde bulunmamıştı.”
İngiliz arşiv belgelerine dayanarak hazırladığı kitapta David Fromkin, isyan ile ilgili olarak şunları söylemektedir:
“Hüseyin’in umduğu Arap isyanı hiç gerçekleşmedi. Osmanlı ordusundaki Arap birlikleri Hüseyin’e katılmadı. Osmanlı İmparatorluğu’nun (Arap olan) politik ve askeri kişileri, kendisine ve itilafçılara katılmadı. El-Faruki’nin Hüseyin’e katılacağı sözünü verdiği güçlü gizli askeri örgüt hiç ortaya çıkmadı. Hüseyin’in ordusu İngiliz parasıyla desteklenen birkaç bin aşiret mensubundan ibaretti. Düzenli bir ordusu yoktu. Hicaz ile komşu aşiretler dışında Arapça konuşan dünyada Hüseyin’e herhangi bir destek göze çarpmıyordu. Emir’in silahlı kuvvetlerine katılan ve Hicazlı olmayan bir avuç subay da İngiliz kontrolündeki bölgelerde yaşayan savaş tutsakları ya da sürgünlerdi.” [6]
Bütün bu alıntıların, hatıratın ve yazılan makaleden tercüme edilen bilgilerin, tek başına bir gerçekliği kanıtlamaya yetmeyeceği düşüncesine saygı duyarım. Bütün bu bilgilere mukabil Arapların, topluca olmasa da Türklere ettikleri ihanetin boyutlarını devrin şartlarına göre önemli ve sonuç belirleyici olarak değerlendirilmesine de. Şerif Hüseyin’in bir “kingmaker” olarak değerlendirildiği bir tarih okumasını benimsesek ve Arapların yaklaşık bir asır evvel bizim Hicaz’ı, Filistin’i, Suriye’yi ve Irak’ı kaybetmemize sebep olduklarını kabul etsek dahi, Arap coğrafyasında yaşanan bütün olaylara bu isyana dair gözlüklerimizi takarak yorum yapmak ne kadar doğru? Ermenilerin, Bulgarların, Yunanların, Sırpların ve Arnavutların Türklere isyan etmiş olmasının doğurduğundan daha büyük bir hınçla Ortadoğu’ya ve Araplara yaklaşıyor olmamız neden? İngilizlerin Filistin Cephesi’nde Yahudi askerleri de cepheye sürmesini de bir kenara bırakarak soruyorum; Osmanlı Ordusu’na hücuma geçen her bir Arap askere karşı kaç bebek, kaç kadın, kaç ihtiyar abluka altında yaşasa ve fosfor bombaları dahi kullanılan bir bombardımana maruz kalsa bu ihanetin bedeli ödenmiş olur? Neyin yaşanması bizim bu insanlık dramlarına karşı vereceğimiz tepkileri bir nebze olsun yüreğimiz soğumuş ve insani, vicdani, İslami ve hukuki bir hüviyete büründürecektir? Ne olmasını istiyoruz? Yukarıda yapılan alıntılardan hareketle başka bir soruyla yazıyı bitirelim: büyük bir Arap isyanından bahsetmek ve Filistinlilerin, Suriyelilerin, bilcümle bütün Arapların torunlarına, Şerif Hüseyin’in isyanından hareketle bir yaklaşım geliştirmek ne kadar doğru?
[1] David Fromkin, Barışa. Son Veren Barış, s. 158.
[2] Tamamını okumak için: https://psi329.cankaya.edu.tr/uploads/files/Karsh%20and%20Karsh%2C%20Myth%20in%20the%20Desert.pdf
[3] Akademik bir çeviri olmayacağı için bölümler aralarındaki belli detayları atlama hakkını da kendimde görüyorum tabii ki anlamı değiştirmeyecek ve ahlaki ihlaller yapmayacak şekilde J
[4] Burada şöyle bir dipnot düşmekte fayda var: Şerif Hüseyin’in isyanı Türkiye’de olduğu gibi Arap ülkelerinde de isyan sona erdikten sonra milli kimlik inşasında önemli bir rol görmüş gibi duruyor. Bu sebeple Arap milliyetçilerinin ve akademisinin bu isyanı Arap tarihinin önemli bir dönüm noktası olarak gösteriyor olması yadsınmamalı. Dolayısıyla isyan sırasında Ürdün’de, Filistin’de, Şam’da, İngilizlerin hakimiyeti altındaki Mısır’da ve Kuzey Afrika’da Osmanlı yanlısı tutumları milli şuur yoksunluğu olarak değerlendirme ve isyana katılmayanları cehaletle suçlama tavırlarını tespit etmek mümkün. Bu sebeple isyan öncesinde ve isyan gerçekleştikten sonra Arap entelektüellerin tutumunun nasıl değiştiği hakkında fikir sahibi olmak M. Talha Çiçek’in Şerif Hüseyin İsyanı’nın Türk ve Arap Kimlik İnşa Süreçlerindeki Etkisinin Analizi başlıklı tezinde görmek mümkün.
[5] Sonradan İngiltere’de Dışişleri Bakanı olacak ve Nobel Ödülü kazanacak olan diplomat
[6] M. Talha Çiçek, Şerif Hüseyin İsyanı’nın Türk ve Arap Kimlik İnşa Süreçlerindeki Etkisinin Analizi, s. 66-67