Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.
Bir yazın başında daha Ankara’da garip karşılanan ama aslında üç aşağı beş yukarı her sene tekrarlanan şeyler yaşıyoruz. Evet, kırkikindi günlerindeyiz. Aslında nisan yağışlarını takiben (ki mayısa sarkar, eski nisan çıkmadı denir) başlayan mayıs yağışlarıyla Ankara baharı sabahları serin, ikindiye doğru yağışlı olur. Haliyle bir mayıs sabahında Ankara güneşine aldanıp ceketsiz çıkan birisi sabah üşüyecek, mayısın ikinci yarısından başlayarak da gün içinde dikkat etmezse ıslanacaktır. Tabii, burada garip karşılanmasını garip karşıladığım şey yağışların kendisi, yoksa insanlar yağmura değil de sele şaşırıyorsa bu normaldir. Allah’ın yağmurunun afete dönmesine sebep olan yerel yönetimlerin sorumluluğunu inkar edemeyiz.
Peki, her mayısta başlayan mayıs ve kırkikindi yağışlarına rağmen aldanmamıza sebep olan nedir? Bugünlerde Ankara’da bir terleyip bir ıslanmamak mümkün mü? Sel kısmını görmezden gelirsek tabii ki mümkün denilebilir. Mesela Ankara’da ilk senesindeki birinin buranın iklimini öğrenmesi işine yarayacaktır ama çoğunlukla insanlar bu zahmete girmezler. İki veya daha fazla sene geçtiyse artık bir tecrübe, yaşadıklarımızdan ders çıkarmamız beklenir. Ne yazık ki bu da pek görülen bir şey değil, insan nisyan ile malul dedikleri kadar var herhalde. Aslında bu ikisinden biri yapılsa sabah evden çıkmadan kafayı pencereden bir uzatıvermek, eline bir ceket ya da küçük şemsiye alıvermek gibi birçok basit tedbirle korunmak mümkünken yağışlarla baş başa kalırız. Belki de çok abartılacak bir şey yoktur; mayıs gününde yahut haziran ayında biraz ıslanmakla adam erimez ya!
Her sene aşağı yukarı aynı şekilde tekrarlanan bir doğa olayından bahsederken öğrenilecek şeyler daha az ve daha kolay ama iş siyaset, felsefe gibi soyut meselelere gelince daha çetrefil bir hal alıyor. Oysa insan hakları denildiğinde herkes kendini bir fen bilgisi gereği insandan saydığı için doğal olarak bu çerçevede konuşulan şeylerin muhatabı sanıyor. Gelgelelim gerçek dünyaya indiğinizde, dünyanın hangi ölümler karşısında ayağa kalktığını, kimin zayiat, kimin ölü sayıldığını görmeye başladığınızda ezberiniz parçalanıyor. Mayıs yağmurları somut problemine ilk çözüm Ankara iklimini öğrenmekti, buradaysa organizmalar içinde insan olduğumuzu, hukukta insan hakları diye bir başlığın varlığını ve kimi haklarımız olduğunu bilmek yetmiyor. İkinci aşamadaki gibi tecrübeyle öğreniyoruz ki o insan biz değiliz ancak bizi insandan saymadıklarını öğrenmek acı vermekten başka bir işe yaramıyor. Hatta sanırım bazılarımızın içinde “bu kadarı da olmaz” safdilliğiyle yaşananları kabul etmesini engelleyen bir şey var.
Hoş! İlkokulda üçer aydan mevsimleri sınıflandırmış, hepsini keskin isimlerle ayırmışken, her iklimde aynı şeyler olup bitiyor gibi öğrenmişken aradan geçen yıllarda eklenen yeni coğrafya bilgileri ve hayat tecrübelerine rağmen “yaz günü yağan” bir yağmur bizi şaşırtabiliyorsa daha soyut bir mesele hakkındaki ezberimiz daha zor kırılacaktır değil mi? Mesele sadece bir episteme meselesi olsaydı bu yazıda kendi tecrübeme ve eğitimci büyüklerimin bilgilerine başvurarak çözüm önerileri sunabilirdim. Ancak meselenin epistemik olmakla beraber çok daha ciddi ontolojik bir mesele olduğunu kabul etmekte ne kadar gecikirsek yağan yağmurlarda o kadar ıslanacağız. Bir başka yazıda değindiğim üzere kendini “Türk” gördüğü şeylerin ötekisi olarak kurgulayan, varlığını bu karşıtlık üzerinden kurmuş “Batı medeniyeti” ve/veya onlar adına faaliyet gösterenler karşısında var oluşumuz kaynaklı ayrılığın ayırdına varalım.
Bizi insan kılanın ne olduğu ve bize hangi hakkı kimin verdiği üzerinde sahici sözler söylememiz gerekiyor. “Batı medeniyetinin” insanlık reçetesinin bize eski sömürgecilerin ittifakı ve süregiden sömürü düzeninden başka bir şey sunmadığı görülebiliyor. İşbu sebeple kendi toprağımıza ve dinimize yaslanmamız, aferin beklemeden kendi işini görebilenlerden olmamızda hayır vardır. Yoksa meşhur benzetmede olduğu üzere bizi pışpışlayan el bir gün tokatladığında çok geç olacaktır. Kaldı ki özelde “insan hakları” diye örneklendirdiğimiz, genelde “Batı” kaynaklı kavramları kökten reddetmemize de gerek yok. Neyi işaret ettiğini ve ne sonuçlara yol açtığını değerlendirecek kadar akıl, bilgi ve tecrübeye sahibiz. Ayrıca sırf onlar da ortak oldular ve kötüye kullandılar diye insanı insan kılan değerlerle çatışamayız. Zaten fıtrata uygun şeyleri sırf başkalarına düşmanlık olsun diye reddedecek olursak onlardan farkımız da kalmayacaktır.
Gavurun dediği gibi “çalının etrafından dolaşmak” gibi bir maksadım yok. Yüzlerce yıllık Türk medeniyeti (eklemeye ihtiyacı olanlar İslam eklesin, aslında birliktedirler) ve onun karşısında kendisini öteki/Türk gördüğü her şeyin reddiyle kurmuş bir Batı varsa söylediğim şey bellidir. Mevcut sömürü medeniyetinin öteki olarak kurduğu “Doğu” dünyasını ve onun değerlerini doğru tespit etmemiz, kaynaklarını anlamamız gerekir. Sömürü çarklarına bir çark da biz nasıl takıp onlar gibi oluruz demek yerine o çarkı işlemez kılacak kendi değirmenimizi kurmak ancak kitaba sarılmakla mümkündür. Kırkikindi yağışlarına şaşırmayı bırakalım, ne zaman ne yağmuru olur öğrenip tedbir alalım. Yağışlar sele dönüşüyorsa bunun sebebinin fıtrata uygun olmayan yapılaşma ve tedbirsizlik olduğunu idrak edelim.
*Yazıdaki fotoğraf dört yıl önce 19 Haziran Cuma namazı sırasında yağan yağmur haberlerinden alınmıştır