Sıra Leylekte

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.

Ulus devletlerin hem ideolojik hem yasal sınırlarını zorlayan bir meydan okuma olarak göç aslında ülkemizde son yıllara kadar pek de tartışılmadı. Bunun sebeplerinden biri doksanlarda hızlanan küreselleşmeden göç bağlamında fazla etkilenmememiz olabilir. Oysa göç ve göçmenler kendine milliyetçi diyenler için neyin milliyetçiliğini nasıl yaptıklarını gösterme aracıdır. Göçün modern ve küresel bir olgu olarak yeniliği bize önceki nesillerle farkımız varsa bunu göstermeye de imkan sağlayacaktır. Türk milliyetçiliği geçmişinde dışarıdan gelen Türk soylulara ilişkin yazın, kısmen 90’lar Halepçe sonrası Kürt göçüne dair yazılar ve siyasilerin açıklamaları bulunsa da küreselleşmeyle artan ve günümüzde de savaş ve iklimle şiddetlenen göç, ulus devlete ve milli kimliğe bunlardan daha farklı ve büyük bir meydan okumadır ancak zayıf bir şekilde ele alınmıştır. Son yıllarda artan yazılarda da eskinin “ciddi, büyük” isimleri ezberler üzerinden konuşmaktadır. Bir yandan anayasa 66 atakları geçirirken bir yandan da ırkçı açıklamalar yapanların hezeyanları bunların ezbere konuşmalar olduğunun bir delili olabilir. Belki bir aşamada tek tek bunların yazılarını ve ezberlerini de ele alabiliriz ancak şimdilik bakir topraklarda olmanın rahatlığıyla yoklar gibi davranıp kendi önümüze bakalım ve rahvan gidelim.

Milliyetçilik literatüründe genel sınıflandırmalardan birisi de etnik ve sivil milliyetçilik ikilisidir. Bu genel sınıflandırma Alman romantik milliyetçiliği ve Fransız mülki milliyetçiliği olarak da adlandırılır. Buna göre Alman tipi bir etnik grubun ortak özelliklerini öne çıkarır ve ortaklaşmayanları kendi milletinin dışında bırakırken Fransız tipi işi hukukileştirir ve kendini o millete mensup addetmeyi, aynı hukuka tabi olmayı millet olmanın şartı haline getirir. İlki dışlayıcılıkla, ikincisi kapsayıcılıkla özdeşleştirilir. Bu basit ve kısa özetten sonra ikinciye, Türkiye’de genelde “Atatürk milliyetçiliği” diye tesmiye edilen tipe odaklanarak devam edeceğiz. (Meselenin ne kadar Atatürk ile ilgisi olduğu ne kadar 1980 darbecilerinin Atatürk kurgusunun bir parçası olduğu da sorgulanmaya muhtaçtır). Lafı uzatmadan ikinci tipe sadık kalırsak, hukukun kurduğu vatandaşlık bağını milletin ön şartı (ya da en azından başlıca unsurlarından) kabul ediyorsak bu iddiamızı yakın dönemin çok önemli iki başlığıyla: göç yoluyla ve yatırım karşılığı vatandaşlık elde edilmesiyle test edebiliriz. Böylece millet kime denir, dışarıdan gelen bizden olabilir mi, içeridekiler ne kadar bizdir gibi birçok meseleyi de bu yeni vakanın tahliliyle açıklığa kavuşturabiliriz.

Bu noktada, yer ve zaman kısıtlılıklarım sebebiyle bu yazının üzerine inşa edileceği temel bir şart var: göçmenler ve yatırım karşılığı vatandaşlık alanların izlediği yolların hukukiliği. Şimdi zaten hukukun kurduğu vatandaşlık bağına matuf bir vatandaşlık inşa ediyorsak, hukukun üstünlüğüne ve mahkemeye güveniyorsak hukuki olmayan yolları baştan kapatmamız gerekir. Haliyle hukuka aykırı elde edilen vatandaşlıklar iptal edilebiliyorsa edilmelidir (hukukçu değilim, iptal imkanını bilemiyorum). Böyle hukuka aykırılıklar da hiç olmamalıdır. Buradan hareketle yakın dönemde vatandaşlığın edinilmesine dair mevzuat değişimlere uygun bir şekilde sınıflandırılarak tek tek test edilip tartışılırsa problemleri çözmek kolay olacaktır. İşin bu kısmı teknik ve basit bir mesele. Bense daha büyük bir mevzuya odaklanıyorum: sivil milliyetçilik nasıl bir millet doğurur?

Çeşitli sebeplerle Türkiye’ye göçmüş ve burada yaşamış, vatandaşlığa hak kazanmış kişiler olduğu ya da yatırım şartının sağlandığı ve her şeyin hukuka uygun ilerlediği senaryoya bağlı kalarak ilerleyelim. Bu kimseler kitaba bağlı kalacaksak, hukuk üstünse artık milletin yeni fertleridir demek gerekir. Vatandaşlık şartları (ağır ya da hafif) sağlanıyorsa bu yolla vatandaş olanın statüsüne ne denebilir? Biz, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkes’iyle en az 100 yıllık “Türkler” aynı hukuka bağlılıkla, Türk vatandaşlığını tercih etmiş ve hak edebilmiş kişilere karşı kıskanç olursak aramızdaki sözleşmeye ihanet etmiş olmaz mıyız? Yoksa bizi millet kılan başka bir şeyler daha mı var? Odağımızı dağıtmamak adına bu soruları akıl kurcalayıcı şekilde bırakacağım zira mesele aramıza yeni katılanlar.

Vatandaşlığın ne şekilde elde edilmesi gerektiğine ya da önceki bahislerdeki iktidar politikalarının fayda ve zararlarına dair henüz bir yorum yapmadığımı hatırlatmak isterim. Benim bunları doğru ya da yanlış bulmamdan bağımsız olarak zaten böyle bir durumun varlığından hareketle yeni durumu hızla tahlil etmek gerektiğini düşünüyorum. Zira yazılarına değinmekle uğraşmadığım “büyükler” var olan şeyin doğruluğu yanlışlığı tartışmasına saplanıp olanın ne olduğunu konuşmaktan kaçınıyorlar ve onlara benzemek istemiyorum.

Anayasanın ilk dört maddesi ve 66. madde kimi milliyetçiler tarafından çok yoğun şekilde dile getiriliyor, neredeyse Türklüğün tek şartı kılınıyor. Demokratik niteliği siyaset biliminde tartışılsa da yasal anlamda demokratik formalitelere uygun ilerleyen süreç sonrası halkın seçtiği iktidar vatandaşlık ve göç karşısında belli bir politika demetini seçti ve bunları uygulamaya devam ediyor. Bunun için gerekli hukuki düzenlemeleri yapıp yasal yolları takip ediyor. Yasal göçmenlerin ve parasını verenlerin vatandaş olması böyle bakınca hukuka uygun değil mi? Anayasa 66’ya göre de bu insanlar artık milletimizin bir parçası değil mi? Vatandaşlık eksenli bir milliyetçilik yapıyorsanız cevaplarınız bellidir. O zaman “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” vatandaşları arasında bir ayrım yapabilir mi ve öyle bir durumda hukuk devleti kalabilir mi? Bu devlet kendi hukukuna uyarak verdiği vatandaşlığı birden ortadan kaldırabilir mi? Onun için yeni Türk olmuş vatandaşlarımızla ilgili sözlerinize dikkat edin, milli birlik ve beraberliğimizi dinamitlemeyin derim. Bu akıl yürütmelerle düz bir vatandaşlık ve ulus-devlet anlatısıyla elinizde dönemin iktidarlarının vatandaşlık anlayışı ve millet algısına göre giderek genişleyecek ya da daralacak bir millet elinizde kalır. Bu dil, din, ırk çeşitliliği ya da tamamen daraltılmış bir ulus birliği doğurabilir. Dili, dini, örfü bize benzemeyen ama burada belli bir süre yaşadı diye vatandaşlık elde eden insanlarla, kimliğinizi bir ticari muamele sonucu alabilenlerle ne derece bir ortak gelecek hayali kurulabilir bundan emin değilim. Böyle kurulmuş birlikteliğin zayıflığı ve dış düşmanlar tarafından kışkırtılıp bozulma ihtimali de göz korkutucudur.

Hülasa, dönemin mevzuatına aykırı hiçbir durum yoksa aynı anda hem demokratik hukuk devletini hem hukuk dışı iptalleri, hem hukukun üstünlüğünü savunmanın hem de hukuka uygun elde edilmiş vatandaşlıklara karşı olmanın mümkün olmadığını zira tutarsız olduğunu düşünüyorum. Bu yazıda Türk hukuku izin verdiği için ücreti mukabilinde vatandaşlık alanlardan ve yasal yollarla göç eden, burada vatandaşlık elde etmiş İngiliz’inden Ukraynalısına, Bangladeşlisinden Kenyalısına herkesi aynı potada erittik. Vatandaşlığı olmayanlar, kaçaklar ve sığınmacılar da bir sonraki yazıya kaldı. Tekrar etmek gerekirse göç ve göçmenlerle ilgili sınırlarımızı çizebilir, içinde olduğumuz süreci tartışabilirsek hem geçmişten günümüze millet ve milliyetçiliğe dair tartışmaları yeniden değerlendirme hem de diğer milliyetçilerle aramızdaki farkları işaretleme imkanı ortaya çıkar. Sizin anlayacağınız sıra leylekte zira leylek göçmen bir kuştur.

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir