Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 1 dakikadır.
Diyelim ki bir gün geldim ve size sordum: Amerika ne zaman keşfedildi? Bu soru, bir bilgi sorusudur. Bana dersiniz ki, Amerika 1492’de keşfedildi. Yani, bir bilgi verirsiniz. Üstelik genel geçer bir bilgi. “Bunu herkes bilir”.
Peki Amerika’da 1492’den önce insanlar yaşamakta mıydı? Elbette ki, dersiniz. Peki bu insanlar oraya bir yerden mi geldiler, veya başından itibaren orada mı -bir şekilde- var oldular? Kesin olarak bilemeyiz belki, ama bulgular oraya insanların bir yerden geldiklerini gösteriyor. Peki, bu insanlarda olmayıp 1492 yılında Amerika’ya gelen bir Cenevizli denizcide ve arkadaşlarında olan şey neydi? Cevaplar üç aşağı beş yukarı bellidir. Efendim Batı hegemonyası, Avrupa merkezci dünya algısı, yazılı kaynak üretebilme ve bunu “uluslararası topluma” bildirebilme kabiliyeti, görece gelişmiş bir iktisadi sistem ile bu keşfi “anlamlı kılmak” diyebilir, ve hatta buradaki iktisadi sistemleri de uluslararası toplum ifadesini de eleştirebilirsiniz. İleri gidip “görüyor musun, tarihi kazananlar yazıyor” diye de ekleyebilirsiniz. Bunların hepsi kendince güzel cevaplar olabilir. Bunların hepsini biliyoruz.Hepsiyle alakalı da uzun uzadıya tartışabiliriz.
Yarın geldim tekrar sordum: Amerika ne zaman keşfedildi? Ya da ben sormadım, önemsediğiniz bir mecrada, diyelim ki kim 37 bin dolar ister yarışmasında karşınıza geldi bu soru: Amerika ne zaman keşfedildi? 1492 dersiniz. Çünkü bu bir bilgidir. Genel geçer bir bilgi. “Bunu herkes bilir”. Vereceğiniz başka bilgiler, yanlış kabul edilir. Bu da demek olur ki; gerçekte 1492’den önce de Amerika’da insanların yaşadığı, bu insanların da bir şekilde oraya gelmiş olması gerektiği -ya da insanların öteden beri orada var olması gerektiği- dolayısıyla 1492’deki hadisenin bir “keşif” olmadığına yönelik yorumlarımızın pek bir anlamı kalmamıştır. Bunları biliriz, bunları söyleriz; fakat bilgi üretilmiş, önümüze konulmuştur. Bize bilgi sorulduğunda, bizzat farkında olduğumuz, kendi ağzımızla eleştirdiğimiz hususları bir kenara koyar ve önceden üretilmiş, tümel uzlaşıma dayalı bilgiyi doğru kabul ederiz.
İşte bilgi üretimine dayalı “zihin hapsi” tam da burada karşımıza çıkar. Sanıldığının aksine önüne konulanı eleştirememek, yanlış yönlerini kabul edememek değildir konu. Ne konuşmak istiyorsak otururuz, konuşuruz, doğrusunu yanlışını değerlendiririz. Fakat hiçbirimiz, bize sorulan bazı sorulara “1492” dışında bir cevap veremeyiz. Çünkü aksini iddia etmekle beraber, ortaya kabul ettirebildiğimiz, belli ve kesin başka bir cevap koyamamışızdır. En iyi ihtimalle, eh pek değil aslında ama 1492 olsun madem, diyebiliriz. Çünkü aksini söyleyebilmek için Amerika’yı yeniden keşfetmek gerekir. Yeniden, 1492’de neyin öncekilerden farklı olduğunu iyi bilerek ve ortaya kabul ettirebileceğimiz başka bir gerçek koyarak…
Ne zaman içime sinmeyen bir “1492” cevabı vermem gerekse, kendime hep bunları söylerim. Henüz Amerika’yı görebilmiş değilim.