Bu Devlet Kimin?

Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 8 dakikadır.

Bir kez daha muhakeme için yazdığım bir yazıda uzun süre üzerinde düşünüp sürekli ertelediğim, oturduğum yerde zihnimde olgunlaşmasını beklediğim değil de etkisi içinde bulunduğum ruh halinin teşvikiyle hızlıca kaleme aldığım bir şeyler dökmeye çalışacağım satırlara. Zira geçtiğimiz hafta Alperen Arslan’ın Devletlüm yazısında dile döktüğü düşüncelerini ve sorduğu soruları ıskalamamamız gerektiği kanaati, hızlıca Alperen’in ifadesiyle cennetten kovulmama sebep olabilecek görüşlerimi yazıyla buluşturmaya itti beni. Kahramanmaraş, Adıyaman ve Antakya başta olmak üzere geçtiğimiz sene şahit olduğumuz şeylerin üzerine en sonuncusu İliç’te meydana gelen toprak kayması olmak üzere yaşanan art arda felaketleri idrak edişimiz, biraz da ivme kattı sanıyorum bu isteğe. Çünkü bütün bu yaşananların ardından bizi sık sık hayal kırıklığına uğratan devletle kurulan ilişkiye dair görüşlerin değişiminin Vasıf İnanç Duygulu olarak benim, Türk milliyetçileri olarak ise bizim düşünce dünyamızda hayli önemli bir yere sahip olduğunu düşünüyorum.

Dersten geçme yeterliliğinin makale/essay teslimiyle ölçüldüğü bir dersi ilk alışım lisedeydi sanıyorum. O zamandan itibaren biz öğrencilere yazılacak metne başlarken Adem ile Havva’dan veya toz bulutu ile gaz bulutundan başlayarak bir hikaye anlatan giriş bölümü yazmayın dediler hep. Madem ki bu yazı bir dönem sonu ödevi değil ve madem ki notlayacak kimse yok, yazıya devletin ne olduğu sorusundan başlamak fazladan birkaç dakikasını aldığım okuyucular dışında kimseyi rahatsız etmeyecektir diye düşünüyorum. Arapça dvl kökünden gelen devlet kelimesi döngü, deveran… diye başlayan etimolojik anlatılara değinecek değilim elbette. Lakin gerek Batılı feylezofların ortaya koydukları düşüncelerde, gerek Türk-İslam düşünürlerinde gerekse Türk tarihinde rahatlıkla gözlemlenebilecek olan pratik sonuçlarda devletin ortak bir anlama çıktığını söylemek mümkün. Tebaayı, milleti, ismini ne koyarsanız koyun o devlete bağlılık hissedenleri veya hissetmek zorunda olanları olası tehlikelerden korumak için bizatihi o insanlar tarafından icat ve kabul edilmiş bir mekanizma olarak tanımlamakta sanıyorum bir beis görülmez. Henüz Türk hukuk doktrininde yeterince ele alınmamış olsa da Türklerin göçebe yaşadığı zamanlarda da insanlar ile devlet arasında bir sözleşme* olduğundan bahsetmek mümkün, Orta Çağ Avrupası’ndaki bir kasabada da, günümüz kapitalist toplumlarında da. Bu bir sözleşme olduğuna göre, sözleşmenin belirli şartları bir de iki tarafı olduğunu kabul etmeliyiz. Devlet ve insanlar…

Bu sözleşmenin şartları çok daha eski zamanlarda muhtemelen çok daha kolay ve çok daha somut idi. Arada var olan para çokomel ilişkisi insanların devlete vergi vermesi, bunun karşılığında devletin o insanların canına ve malına bir zarar gelmeyeceğini garanti etmesi olarak özetlense yeridir. Elbette bu sözleşmenin tarafları arasındaki ayrım da o günlerde çok daha net görünüyordu. 1300’lerin Floransa’sında örneğin ya da 11. yüz yılın Türkistan steplerinde bir bakışta kimin yöneten kimin yönetilen yani kimin çokomeli satan kimin parasını ödeyerek hizmet alan olduğunu görmek ve bu ayrımı yapmak daha kolay olsa gerek. Bir bey ya da dük, onların danışmanları ve askerleri bir tarafa çiftçi, köylü, esnaf veya zanaatkar sıradan insanlar bir tarafa… Elbette kılıcı tutan, maddi güce sahip olanın bu sözleşme ilişkisindeki baskınlığı sözleşme şartlarını çokomelciler lehine fazlasıyla esnemesine, örneğin Avrupa’nın belli bölgelerinde bir dükün ilk gece hakkı şeklinde abartıların gerçekliğinden emin olmak mümkün olmasa da sıradan insanları zedeleyici birçok hakka sahip olmasına, hükümdarların fakir ve aç ahalinin durumuna bakmaksızın şatafat içerisinde saraylarda yaşamasına, en başta garanti edilen can ve mal güvenliğinin devlet adına devlet tarafından sıkça ihlal edilmesine sebep oldu. Ne Avrupa’da ne bizde bu keyfiliğin hiç yaşanmadığı herhangi bir yer olduğuna inanmak en hafif tabirle saflık olarak adlandırılamaz mı? Sözleşme şartlarının tekrar gözden geçirilmesine, sözleşmenin bir tarafının bu denli ezilmesine yönelik taleplerin isyana dönüşmediği tek bir yer var mı?

Tabii bu iki soru da devletle bugünkü ilişkimizi sorgulamadan evvel bir kabule ulaşmamız için işlevsel önemi haiz. Bu kabul şu; aksi yöndeki bütün inançlarımıza rağmen Oğuz Kağan’a, Lorenzo de Medici’ye, Yurtsuz John’a, Mustafa Kemal Atatürk’e ya da Recep Tayyip Erdoğan’a, kısacası devletin gerçek sahiplerine dilediğiniz anda ulaşıp geri kalanların hayatını etkileyecek kararlar almasında pay sahibi olamıyorsanız, bilin ki sözleşmenin aynı tarafındayız. Karşımızda ise bir taraf var: Devlet.

Bunu biraz somutlaştıralım; eski dönemlerde ödedikleri vergilerle can ve mal güvenliği için garanti satın alanlarla saraylarının veya şatolarının arkasından bu güvenliği sağlamak için gerekli teşkilatı kuranlar arasındaki ilişki elbette bugün aynı şekilde devam etmiyor. Arada geçen belki onlarca yüzyıldaki gelişmeleri hızlıca filmin sonuna saralım. Artık aldığımız, belki daha önemlisi çocuklarımıza aldıracağımız, eğitimi, sağlığımızı, yaşadığımız evlerin karşılaması gereken standartları, kendi paramızla aldığımız arabaları sürdüğümüz yolları dahi düzenleyen, bize her geçen gün daha yeni hizmetler sunmayı vaat eden, bunun karşılığında da daha çeşitli vergilerle bizden para alan bir devlet var karşımızda. Devletle köyümüze asker toplamaya veya vergi almaya yılda birkaç kez gelen memurlar aracılığıyla irtibat kurmuyoruz artık. Daha doğar doğmaz evladımızın topuk kanını aldırırken, üniversitede ders kaydı yaparken, bir şehirden diğerine karayoluyla ulaşım sağlarken hatta mektup gönderirken bile karşımızda devlet var. Gününün bir bölümünde devletin parçası olan, geriye kalan bölümünde ise sözleşmenin öbür tarafına geçen memurlar toplumun çok önemli bir kesimini oluşturuyor bir süredir. Bütün bu karmaşık ve çok daha sık kurulan ilişkiler bütününde ise birçoğumuzun kafası karışıyor haliyle. Ben devlet miyim? Devlet benim mi? Bu devlet niye var? Bu amaçla var olması için ben ne yapmalıyım? Devlet memurları için, özellikle kolluk ve adliye teşkilatlarında yer alanlar için, daha zor bir soru sanıyorum değil mi?

Bu noktada sorduğum devletin sahibi kim sorusuna cevaben alıntıladığım Sieyes’in görüşlerini, açıklamaya çalıştığım devlet memuru tanımını falan silmekte hiçbir beis görmedim. Zira, bana kalırsa bizim hikayemiz bu tür atıflara ve anlatılara dayanılmadan da gayet net bir şekilde devletle ilişkimize dair hakikatleri ortaya çıkarmakta mahir. Bütün siyasi tercihlerini, düşünce dünyasına dair şekillendirmeleri ve gündelik olaylara bakışını devlet merkezli olarak yapan başta milliyetçiler olmak üzere büyük bir çoğunluğun devletin önemli kararlarında ne kadar dışlandığını anlamak için azıcık okuyup yazmış olmak bile fazlasıyla yeterli. Bu anlatıya ve benzerlerine dayanarak kendisini devletin sahibi olarak görmekte bir beis görmeyenler, en başta milliyetçiler,kendisine sormalı: Devletin aldığı herhangi bir kritik kararında görüş sahibi olabildi mi, yoksa devlet edebiyatı üzerinden kendisine dayatılan tercihlerle pay sahibi olduğuna mı inandırıldı? Devletin bütün yapısını sıfırdan kuran 1982 Anayasası yapılırken, devletin sahipleri kimdi, kitleleri neyle tehdit etti, bu tehdidi devletin bekası için makbul görenler kendilerini devletin sahibi sandı mı? Devletin bütün adliye ve emniyet teşkilatını bugün bir terör örgütü olarak gördüğümüz gruba emanet ederken devlet adına karar alanlar kimdi? Cezaevlerinde uyguladığı işkencelerle daha emekleme aşamasında olan sorunları kronikleştirenler, üniversiteye öğrenci alımında kafasına göre kriter koyarak milletin bir kısmını devlete küstürenler kimlerdi? Yeterli dayanıklılıkta olmadığı halde inşaat ruhsatı vererek on binlerce insanı enkaz altında bırakan, vatandaşın yardım çığlıklarıyla devlete ihtiyaç duyduğu anda bu ihtiyaca karşılık veremeyen kimlerdi? Birkaç oy uğruna gecekondulara imar veren, verdikleri ruhsatlarla bazı insanları haksız yere zenginleştirirken çoğunluğu yaşadığı şehirlerde nefessiz, şehir estetiğindenyoksun bırakan, bunu yaparken de şahsi menfaat sağlayanlar kimlerdi? Bu soruları devletimizin 100 yıllık tarihinde o denli artırmak mümkün ki, hikayenin sonunda devlete sahip çıkacak kimse çıkmayacağına adım kadar eminim.

Zira sevgili okuyucu, bu devletin bekasını, devletimin çıkarını düşünüyorum diyerek hareket etmenin koşulsuz teslimiyet anlamına geldiği devletin asıl sahiplerinin karnesi bir hayli kabarık. Eğer yirmili yaşlarında, hasbelkader bir üniversite kazanmış veya kadro bulmuş, çalışan ya da öğrenim gören biriysen, biliyorum ki bu günahların hiçbirinde bir payın yok. Boş yere bütün bu kabarık sicili devletin sahipliği iddiasıyla üstlenmene de gerek yok. Bu devlet, neredeyse her devlet gibi, kurulduğu günden beri kurduğumuz sözleşmeye ihanet içerisinde. Karşısında dirayet ve feraset sahibi bir muhatap göremediği için de bu sözleşmenin şartlarına riayet etmek gibi bir niyeti yok. Sözleşmenin karşılığı olarak bizden aldığı vergileri bize borçlandığı şeyler için harcamadığı gibi her beceriksizliğinde bizi göreve çağırma şımarıklığını da kendisinde hak görüyor.

Toplumsal barışı tesis etmek için her adım attığımızda devletin günahları çıkıyor karşımıza. Kürt’e el uzatsan devlet diyor, Alevi’ye çağrı yapsan devlet diyor, solcuya bir şey söylüyorsun devlet diyor. Dindar sana devletten şikayetediyor, ülkücü devletin cezaevlerinde yaşadıklarından dem vuruyor. Öyleyse bu günah dolu geçmişi üstlenmenin, Kenan Evren’in, Esat Oktay Yıldıran’ın, Nurettin Soyer’in, Süleyman Soylu’nun, Mehmet Ağar’ın, Abdullah Çatlı’nın veya Çevik Bir’in sözde devletin bekası adına işlediği cürümleri sahiplenerek, onların devlet adına yaptığını iddia ettiği işlerin mağdur ettiği kişileri karşımıza almanın, ortaya çıkardıkları yaraları kaşımanın hiçbir anlamı da faydası da yok. Millet adına yaptıkları hayırlı işleri, bu milletin devletle yaptığı sözleşmeye riayet ettikleri düşüncesiyle ele alır, sözlerini tuttukları için teşekkür eder, geçeriz. Biz borcumuzu istesek de istemesek de devletin eline kuruşuna kadar saydığımız vergilerimizle ödüyoruz zaten. Onların devlet adına yaptıkları her şeyi onaylayarak derdimizin, tasamızın bir olduğu insanlarla ayrışmanın akılla izah edilir bir yanı olmadığını fark ederek devletin her geçen gün yenisini icat ettiği vergilerin hesabını sormaya başladığımızda bütün bu isimlerin hayatımızda çok daha az yer kaplayacağına eminim. Çünkü bu isimlerin sıkça zikredilmesi, devlet namına ve hesabına yapılan her şeyin devletin sahipliği inancıyla kabul edilmesi bizi alım gücünün azlığında, yarın yaşanabilecek bir depremde enkaz altında kalma ihtimalinde, aldığımız eğitimin kalitesizliğinde ortaklaştığımız birçok insanla ayrı düşürüyor, hesabı soran değil hesap vermesi gereken konuma sokuyor.

Biraz yukarıda da değindiğim gibi, bu kararlarda hiçbir payı olmayan bizler devletin yarattığı yıkımların hesabını sorması gereken tarafta ortaklaşabiliriz ancak. Mehmet Cengiz’in, Berat Albayrak’ın ve bilimum suç örgütlerinin sahibi olduğu devlette benim hiçbir ortaklığım olamaz zira. Öbür türlü bir iddia da ancak gülünç olur. Milli Mücadele’nin Doğu Cephesi Komutanı, İstiklal Harbi’nin en önde gelen isimlerinden biri olan Kazım Karabekir’in, İstiklal Marşı’mızı kaleme alan Mehmet Akif’in sahiplik iddiasında bulunamadığı, tasfiye oldukları anda sözleşmenin karşı tarafında olduklarını idrak ettikleri bir devlet düzeninde, biz kimiz de devletin sahibiyiz öyle değil mi? Ha, hala diyen varsa ben devletin sahibiyim ve bu devletin bekası için taraf değiştirmeyi göze alırım, söylesin. Biz de bilelim kimden hesap sormamız gerektiğini, kimin bizi düzensiz şehirlerde yaşamaya mecbur bırakan, kalitesiz eğitime layık gören, toplumsal kutuplaşmaları artırmak suretiyle huzurumuzu kaçıran ve fakirleştiren olduğunu. Sözleşmeyi tekrar yaparken bu bilginin bizde olması ancak lehimize olur. Biz kim miyiz? Binlerce yıldır sözleşmenin öbür tarafında borcuna sadakat içinde vergisini ödeyen, kurallara uyan bunun karşılığında devletten beklediği hizmeti göremeyenlerin tarafını tutanlarız. Yani sözleşmenin öbür tarafının taraftarı. Yani milletin –çisi, milletçi, milliyetçi. Devletçi değil.

 

*Yazıyı yazdıktan sonra Alperen’e görüşünü sorduğumda sözleşme kavramı ile modern sözleşme kuramlarının anlaşılabileceğini o yüzden sözleşme kavramını değiştirebileceğimi söyledi. Ben üşendim, bu sebepten buraya Rousseau, Locke veya Hobbes gibi kuramcıların yazıp çizdikleri toplumsal sözleşmeleri değil devlet ile insanlar arasında kurulan rızaya dayalı alışverişi kast ettiğime dair bir dipnot düşmek isterim.

 

Paylaş

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir