Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 5 dakikadır.
30 Ocak 2024 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde TBMM Başkanlık Divanı üyesi Bekir Bozdağ’ın 14 Mayıs seçimlerinde Hatay milletvekili seçilen Şerafettin Can Atalay hakkında verilen hükmü okumasıyla Ş. Can Atalay’ın milletvekilliği düşürüldü. Ekim ayının sonunda Anayasa Mahkemesi tarafından verilen hak ihlali kararından itibaren yoğun bir şekilde gerçekleşen Anayasa Mahkemesi, bireysel başvuru yolu, Yargıtay’ın Anayasa’yı ihlali merkezli tartışmaların gölgesinde geçen bir süreç böylece neticelenmiş oldu. Elbette Anayasa Hukuku alanına ilgi duyan bir hukukçu olarak bütün bu sürecin hukuki özetini yapmak, tartışmalara kendimce dahil olmam mümkün. Bu değerlendirmede Anayasa’nın 83. maddesinde düzenlenen yasama dokunulmazlığına, aynı maddede atıf yapılan 14. maddede hükme bağlanan temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılması yasağına, yargılama sürelerinin uzunluğunun yüksek mahkemeler arasında yol açtığı ihtilaflara, 153. maddede yer aldığı şekliyle Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının kesinliğine ve AYM’nin süper temyiz mahkemesi gibi işliyor olduğuna dair eleştirilere değinmek de mümkün.[1] Hatta bu gündemden yola çıkarak 1982 Anayasası’nın kimin Anayasası olduğuna dair bir yazıyı, yapılan değişikliklerin meşruiyet ve gayeleriyle birlikte ele alarak Sieyes’in kurucu iktidara dair görüşlerini de içeren bir yazı yazayım mı diye bile düşündüm. Bu yazı 1982 Anayasası’nın artık paramparça olmuş yapısını ve yeni Anayasa ihtiyacımızı değerlendireceği için mezkur gündemden yeni Anayasa tartışmaları çıkartılması çabasına destek vermek de istemedim. Dolayısıyla elimizde tek, nispeten anlatılması kolay ama bir o kadar da kritik bir soruya cevap verilmesi kaldı: Şerafettin Can Atalay kararı bize ne anlatıyor?
İlk olarak, Şerafettin Can Atalay kararının gözler önüne serdiği politik çekişmeleri irdelemeden önce Anayasa yargısının ortaya çıkışının, Avrupa ve Dünya genelinde yayılmasının ve somut ve soyut norm denetim yetkilerine ek olarak Anayasa şikayeti (Bireysel Başvuru) yolunun ihdas edilmesiyle konumunun güçlendirilmesinin siyasetten ve politik ajandalardan arındırılmış saf hukuki yollar olmadığını kabul etmek gerekmekte. Hukukun da bir üst yapı kuruluşu olduğuna dair Marksist inanışlardan hareketle değil hukuka biçilen rolden hareketle bu tespiti yapmak biraz üzerine düşünmekle mümkün olsa gerek. Temel hak ve hürriyetler dahil 18., 19. ve 20. yüzyılda icat edilmiş birçok kavramın da özellikle soğuk savaş yıllarının sonlarından başlayarak bugünlere kadar bir politik yaklaşımın düşünsel izdüşümleri olduğu iddiası birçok insanın duyunca tetiklendiği argümanlar olarak üzerinde tefekkür etmeyi beklese de bu konular bir başka yazının konusu. Anayasa yargısına dönecek olursak eğer, Anayasa Mahkemesi’ni Anayasa’nın, dolayısıyla rejimin bekçisi olarak adlandırmak sanırım yanlış olmayacaktır. Peki, aynı Anayasa yürürlükteyken ortaya çıkan birden çok rejimin, hadi politik ajanda diyelim, tesisinde durum ne olacak? İşte, sanıyorum Türkiye’de özellikle son otuz senede yaşanan problemlerin temelinde bu farklı ajandaların çatışması yer alıyor.
1990’larda sıkça gündemi meşgul eden parti kapatma kararları, 2008’de alınan “Türban” kararı, 2010’da ihdas edilen bireysel başvuru kurumu ve iktidar partisi olduğu dönemde AKP’nin tek bir oyla kapatılmaktan kurtulması hususlarını saf bir hukuki uygulama olarak değerlendirmek mümkün mü? Peki, Şerafettin Can Atalay kararında referans gösterilen Gergerlioğlu kararının 27 ayda[2], Leyla Güven kararının 44 ayda[3] sonuçlandığı göz önüne alındığında ve bireysel başvuru başvurularının karara bağlanma sürelerinin 10 yıllık ortalamasının 2 yıl 6 ay 27 gün olduğu verisiyle birlikte değerlendirildiğinde[4] Şerafettin Can Atalay kararının yalnızca üç ay içerisinde verilmiş olması[5], Anayasa Mahkemesi’nin bazı bireysel başvuruları daha önemli görüp öne aldığı intibası uyandırmaz mı? Peki, bu durum hukuki midir, siyasi mi? 1982 Anayasası’nın 153. maddesinin 6. fıkrasında yer alan “Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.” hükmünün ihdas edildiğinde norm denetimleri için ortaya çıktığını zira o tarihte bireysel başvuru yolu yok, düşünelim. Anayasa Mahkemesi’nin web sitesinde yer alan “Genel Kurul ve Bölüm tarafından verilen pilot karar niteliğinde ya da içtihadın ortaya konulması açısından ilkesel önemi haiz kararlar Resmî Gazete’de yayımlanır.”[6] ifadesi, hangi kararın ilkesel önemi haiz olduğu tercihini politikadan azade bir şekilde düşünmek mümkün müdür? Anayasa Mahkemesi’nin, amiyane tabirle, kafasına göre Resmi Gazete’de yayımlayarak Anayasal bağlayıcılık zırhına kuşattığı bireysel başvuru kararları gerçekten de saf hukuki hükümler midir?
Bu sorulara verilen yanıtların ardından yazımızın özüne ve karardan çıkartabileceğimiz sonuca gelelim. Anayasa Mahkemesi’nin Resmi Gazete’de yayımladığı kararlarına dair kurumların, kişilerin itirazı olabilir. Anayasal olarak boynunu eğip bu hükümlere uymak dışında bir çaresi de yoktur. Lakin, Anayasa Mahkemesi’ni hukuk düzeninin yılmaz savunucusu, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ni ise hukuk devletine savaş açmış siyasetçiler ordusu olarak düşünmek gündemi ıskalamamıza Türkiye’deki dönüşümün farkına varamamamıza yol açacaktır. Zira Anayasa Mahkemesi de en az Yargıtay’ın ilgili dairesi kadar politiktir.
İsterseniz Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın seçildiği seçimlere, isterseniz Şerafettin Can Atalay kararına, isterseniz Gergerlioğlu kararına veya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkardığı Fiyat İstikrarı Komitesi Kararnamesi’nin ve Sanayileşme İcra Komitesi Kararnamesi’lerinin anayasaya tümden aykırı olduğu için iptal edildiği kararlara bakın. Sonra açın Türkiye Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi başlıklı vikipedi sayfasını önünüze ve hangi AYM üyesini hangi Cumhurbaşkanı’nın ne zaman atadığına bakın. AYM üyeleri arasında iki kutbun yer aldığını göreceksiniz. Bu iki kutup genelde kendisini 9’a 6 şeklinde bir dağılımla göstermekte. Bu iki kutbu isterseniz AKP’liler ve diğerleri diye adlandırın, ister Erdoğan’ın yargıçları ve muhalifler diye, isterseniz AİHM içtihadını tümden benimsemiş liberal demokrasi ilkelerine sadık hukukçular ve güvenlikçi/muhafazakar üyeler olarak. Bu iki kutbun arasındaki rekabet ve ihtilafların, ekonomi politik tercihlerin gölgesi altında Türkiye’nin siyasi gündemine etki ettiğini göreceksiniz. Abdullah Gül’ün atadığı üyelerin halen Gül’le irtibatlı olup olmadıkları bilinemeyecek olsa da bu üyelerin daha sadık bir şekilde kalabalık grupla birlikte hareket ettiğini gördükten sonra gelişmeleri yorumlamak daha kolay olacaktır.[7]
Kısacası, 1990’larda zirveye ulaşarak 2008’de alınan Türban kararı ve AKP’nin kapatılma davasıyla sonunu hazırlayan politik ajanda, AKP’nin liberal görünüşüyle AYM’de 2010 referandumu ve sonrasında kaybetmişti. Bireysel Başvuru yolunu ihdas eden, Devlet’in dindarlara, Kürtlere ve birçok diğer gruba yönelik daha özgürlükçü yaklaşımlar geliştirmesini sağlayan, Avrupa Birliği ile ilişkileri geliştiren politik ajanda 2010’lu yıllarda Türkiye’de olduğu gibi AYM üyeleri arasında da yaygın ve muzaffer konumdaydı. 15 Temmuz sonrası Türkiye’de değişen bu atmosfer, henüz Anayasa Mahkemesi’ne tam anlamıyla sirayet etmiş sayılmaz. Yalnız belirtmek gerekir ki, AYM’de çoğunlukta yer alan görüşün siyasi iradeyle çatışması da sürpriz sayılmaz. Tıpkı Anayasa Mahkemesi’nin hükümetle en sık çatıştığı ülke olan Hindistan’da, tıpkı toplumsal kutuplaşmasının çok yoğun yaşandığı ABD’de olduğu gibi ülkemizde de iki farklı ajandanın çarpışmasının hukuki görünümlerinin olması bana kalırsa normal.
Peki, Şerafettin Can Atalay kararında AYM’nin bu denli acele etmesinin sebebi ne olabilir? Bunu kesin cevabını bilemeyiz lakin Can Atalay’ın AYM’deki değişim öncesi son çırpınış ve son ikaz olma rolüne kavuşturulduğuna inanıyorum. Zira 2024’ün ilk 5 ayında AYM’nin 3 üyesinin görev süresi doluyor. Biri 6 kişilik gruba, İkisi 9 kişilik gruba mensup olan bu üyelerin yerine yapılacak seçimler (!), AYM’de hakim olan görüşü de değiştirecek ve AYM krizlerini, Türkiye tekrar bir politik değişim sürecine girmezse, uzun bir süre gündemden kaldıracaktır.[8] İşte AYM’nin Şerafettin Can Atalay kararıyla bize anlatmak istediği, bence bu.
[1] Bütün bu değerlendirmeler arasında en derli toplu olanının İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Dr. Volkan Aslan hocanın katıldığı yayında yaptığı değerlendirmeler olduğunu düşündüğümü belirterek video bağlantısını buraya ekleyeyim: https://www.youtube.com/watch?v=pxSY-x-ckfs&t=3486s&ab_channel=Daktilo1984
[2] Başvuru tarihi 8 Nisan 2019, karar tarihi 1 Temmuz 2021.
[3] Başvuru tarihi 14 Eylül 2018, karar tarihi 7 Nisan 2022.
[4] https://insanhaklari.gen.tr/Pdf.aspx?id=8
[5] Başvuru tarihi 20 Temmuz 2023, karar tarihi 25 Ekim 2023.
[6] https://www.anayasa.gov.tr/media/8619/basvuru_surecleri_2023.pdf
[7] Hadi bir de kulis bilgisi olsun, AYM Başkanlığı’na Zühtü Arslan’ın ikinci defa seçildiği seçimlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın AYM üyelerini bizzat arayarak diğer adaya oy istediği, buna mukabil Zühtü Arslan’ın AYM Başkanı seçildiği söylentileri hiç de yabana atılmayacak derecede güçlü.
[8] İnanmazsanız, 30 Ocak 2024 tarihli AYM üyesi seçimine bakabilirsiniz.