Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 3 dakikadır.
-Güneydoğu sorunu…
-Adını doğru koyalım, Güneydoğu sorunu değil, Kürt Sorunu…
-Kürt sorunu yoktur efendim, terör sorunu vardır.
-Azgelişmişlik sorunu diyebilir miyiz?
-Hayır Kürt sorunudur.
-Yoktur, hatta Türk sorunu vardır, Kürtler Batıya gelip istediği işi kurarken…
-Bırakın da Kürt sorununun var olup olmadığına Kürtler karar versin.
Türkiye’de bir Kürt sorunu olup olmadığı sorunsalı öyle sanıyorum ki on yıllardır bir kakafoni halinde sürüp gidiyor. Kürt sorununu bırakın Kürt’ün varlığı tartışması bile o kadar nedameli aşamalar geçirmiş ki bugün halen kerli ferli ağabeylerimizin yazdığı ve Kürtlerin aslında köken itibariyle Türk olduklarının işlendiği tezlere sahip yazıları bulmak, okumak halen mümkün. Kürtlerin Türklüğü gibi, Türklerin Kürtlüğü meselesini ortaya atarak çizdikleri sözde haritaları Gümüşhane’ye, Sivas’a kadar uzatan Kürtçü ayrılıkçılar da yok değil. Bu yazıda maksat sosyal bilimlerde işlendiği haliyle etnik kökenin veya milletin ne olduğunu ele almak olmadığından ve de yazar bu konuları sevmediğinden bu tartışmalara girmek niyetinde değiliz. Yalnızca Türkiye’de Kürtlüğe ve Kürtlere dair belirli meselelerin daha olgun ve dahi ilmi bir şekilde tartışılmasına duyulan kişisel merak gereği bir teklif ortaya koymaktır maksat.
On yıllardır isyan, inkâr, çatışma ve terör kavramlarını ihtiva eden Kürt sorunu tartışmalarının artık ayrımcılık teması altında ve şahsi tecrübe ve kanaatlere dayalı bir biçimde tartışılması teklifi kabul edilemeyecek bir teklif değil. Meşru ve sivil bir grubun veya odağın Kürtlerin meşru bir temsilcisi olarak belirlenmesi halinde Kürtler Türkiye’de uğradıklarını düşündükleri ayrımcılıkları listeleyebilir ve bu konularda müzakere edilmesine dair duydukları ihtiyacı Türk toplumuyla paylaşabilirler. Anadilde eğitim konusunu, Kürtçe verilmesini talep ettikleri hizmetleri veya buna benzer herhangi bir konuyu oturup tartışma imkanımız ortaya çıktığında ulus-devlet kavramını, Kürtleri yok saymadığımızı, Fransa ve benzeri örnekleri anlattığımızda ortaya çıkacak sonucun hiç de menfi olmayacağına inanıyorum şahsen.
Hemen her alanda yetki ve sorumluluk arasında kurulması beklenen dengenin bu konuda da geçerli olduğunu unutmamalıyız tabii. Kürt sorununun varlığı ve mahiyeti konusunda karar verme yetkisini vermek Kürtlere bir o kadar da önemli bir sorumluluk yüklüyor. Varsa soruna ve bu sorunun çözümlerine dair taleplerini kim aracılığıyla bize iletecekler? PKK mı? KCK mı? PYD mi? DEM Parti mi? Yoksa 40 senedir öğretmen, doktor, Kürt, Çerkez, inşaat işçisi, kaymakam, asker ve polis demeden binlerce insanın kanını elinde bulundurmayan başka bir grup oluşturup temsilci sıfatını o odağa mı verecekler? Sivil, masum ve kardeşliğimize, birliğimize inanan bir odak oluşturmak görevi Kürtler için ağır bir görev sayılamaz bence.
Kürtlerin bu yetki ve görev doğrultusunda bir karar vermeleri, Kürt sorununun varlığına dair verdikleri cevabı ve eğer sorun varsa bu sorunun çözümünü müzakere etmek üzere müzakere edilebilir bir kişiyi veya kurumu görevlendirmeleri gerekiyor. Yoksa Mümtazer Türköne’den Özgür Özel’e kadar ulaşan geniş bir kitlenin Kürt sorununun varlığına dair tespiti yapma görevini verdiği Kürtlerin temsilciliği sıfatını Rasim Ozan Kütahyalı’dan Devlet Bahçeli’ye uzanan kalabalık bir grup Abdullah Öcalan’a yüklemek üzere. Ve biz Türkler, bu konudan hayli rahatsızız. Zira terör sorununun varlığına dair kararımızı vermemize bile gerek kalmadan bu sorundan hayli etkilendik, üzüldük ve bu sorunun sorumlularına karşı hayli öfkeliyiz.
Kürtler artık iki karar vermeli. Türkiye’de Kürt sorunu var mı? Bu sorunun muhatabı teröristbaşı Öcalan mı? Bu kararını da Türkleri de ikna edecek bir şekilde yüksek sesle ve ısrarla dillendirmeli ki hepimizin zihni berrak aklı net olabilsin. İstanbul’da kuyumculuk, Ankara’da kapıcılık, İzmir’de otel işletmeciliği yapan fakir, zengin, genç yaşlı yüz binlerce Kürt, alışveriş yaptığımız esnada bir gün namlusu bize doğrulabilecek terör örgütünü kendi temsilcisi olarak zikrediyor mu? En yetişmiş evlatlarımızı öğretmen olarak, doktor olarak, hakim olarak gönderdiğimiz Hakkari’de, Şırnak’ta ve diğer illerde hizmet alan Kürt, o doktorun, o hemşirenin bir gün kendi adına öldürülebileceği ihtimalini kabul ederek mi hayatına devam ediyor? Ben bu soruların cevabının evet olduğuna ne Rasim Ozan Kütahyalı kadar, ne de sosyal medyada paylaşımlar yapan Türkçü ve Kürtçüler kadar inanmıyorum. Belki de saflığımdan.
Kafamda tek bir netlik var; Kürt sorununa dair bir şeyleri konuşacaksak eğer Türklerden çok Kürtlerin sınavı olan PKK isimli cinayet şebekesine, onun kurucusuna, örgütün her bir üyesine ve artık önemli bir kısmının emir komuta zinciri altında bulunduğuna neredeyse emin olduğumuz Pentagon’a karşı bir reddiyeyi en başta Kürtlerin yapması gerekiyor. Ey Kürt kardeşim! Benimle irtibatını Apo’nun cinayetlerinin, PKK’nın keleşlerinin kurmasını istiyor musun? Artık karar zamanı. Çık, haykır. “Beni APO temsil etmiyor.” de, “Ben komşumla beni temsil ettiğini iddia eden keleşler üzerinden doçkalar üzerinden ilişki kurmayı reddediyorum.” de. Bu şerhi düşmeden “Doğu Kürtlerin, Batı hepimizin.” diyenlerin senin adına konuşmasına müsaade etmeye devam edersen eğer zan altında kalacaksın, benden bir dost uyarısı.
Yıllar önce yaşadığım apartmanın dış kapısına yapıştırılan bir uyarıyı hatırlatıyor bu durum bana. Kalın ve büyük harflerle yazılan bir uyarı. “Kapının önüne sigara izmariti atmayın!” Yanına da kurşun kalemle düşülmüş mütevazi bir not: “Bence de atmayın, sigara içenler zan altında kalıyor. İmza: 7 numara.” Herkesin aklına düşen bir soru: “Sigara içmeyenler neden zan altında kalsın ki?” Aynı bu şekilde düşülen bir not istiyoruz sizden. “Silahları bırakın, sivilleri öldürmekten vazgeçin ve teslim olun.” çağrısının yanına düşülen mütevazibir not: “Bence de bırakın, Kürtler zan altında kalıyor.” Kürt olmayanlar neden zan altında kalsın, değil mi?