Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 4 dakikadır.
Geçtiğimiz günlerde bir grup arkadaşımızla oturup geleneksel Türk aile yapısının hunharca eleştirildiği ve yıkılmaya bırakıldığına dair sohbet etmiştik. Bu yıkılan yapının artıları eksileri olabileceğini, hatalarının giderilmesi için uğraşılması yerine topyekün bir taarruzla karşı karşıya bırakılarak yepyeni bir yapının ihdas edilmeye çalışılmasının sonuçlarını konuştuğumuzu hatırlıyorum. İnanıyorum ki bu sohbette aile yapısının yerine ne koysak kültürel ve toplumsal hayatımda karşılıkları bakımından aynı sonuçları gözlemlemek mümkün olacaktır. Örneğin çalışma hayatında geleneksel bir yapı olarak usta-çırak ilişkisinin son yıllarda çeşitli sebeplerle ortadan neredeyse kalktığını, birçok iş kolunun yok olmakla karşı karşıya kaldığını söylemek mümkün. Bunun sebebinin elbette geleneksel kültürel ve toplumsal yapıların daha ufak şehirlerde, maddiyatın öneminin daha az olduğu, daha küçük toplumsal birimlerle ilişkilerin kurulduğu ve aile gibi yapıların öneminin daha yüksek olduğu bir düzende ortaya çıkmış olması olarak belirtilebilir. Büyük şehirlere göçün yüksek hızda on yıllardır devam ettiği, bireyselleşen ve farklı kültürlerle çok hızlı iletişim kuran, kapitalistleşmiş bir hayata adapte olmakta zorlanması sanıyorum bu kültürel değerlerin önündeki en büyük sınav olarak duruyor. Geleneksel kültür öğelerinin toplumsal değişime ayak uydurmakta zorlananlardan birinin de Ramazan olduğuna inanıyorum.
Birçok insanın ailesinde aldığı, örgün öğrenime başlamasıyla da Milli Eğitim Bakanlığı versiyonuyla tanıştığı din eğitimi, Ramazan ayına dair yaptığımız yorumların da şekillenmesine çok ufak yaşlarda vesile oluyor. Hepimiz hafızalarımızı şöyle bir zorladığımızda, ailelerimizin ilk orucumuzu tutmamız için bizi teşvik ettiği, Ramazan’ın gelmesiyle misafirliklerin arttığı ve belki de elimizden tutup teravihe götürdükleri zamanları hatırlarız. Bunun üzerine Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinde Ramazan konusu işlenirken Ramazan’ın infak ayı olduğu, fitre ve zekat ibadetlerinin Ramazan ayıyla ilişkisinin bulunduğu, Ramazan’da oruç, teravih ve mukabele gibi ibadetlerin yerine getirildiği gibi bilgileri edindiğimizi de. İslam’ın beş şartından birisi olan oruç ibadetinin çocuklara en kolay, en masum ve en sevimli şekliyle fakirleri anlamak için tutulduğu bilgisi de o günlere dayanıyor diye hatırlıyorum. Bütün bu ibadetlerin dışında Ramazan’ın bir anlamı ve önemi yeni nesillere aktarılıyor mu, sanmıyorum.
Oysa Ramazan’ın İslami yani dini alana sıkıştırılmasının en fazla da milletimizin Ramazan algısına haksızlık olduğu kanaatindeyim. Ramazan ayına gösterilen hürmet ve çok çeşitli kültürel ve toplumsal alışkanlıkların Ramazan ayına has bir şekilde geliştirilmesi, kültürel hayatta dini öğelerin yerini gösterir mahiyette önemli ve muhtemelen bir milletin millet haline gelmesine sebep olan ortaklıkların çok merkezinde yer almasına örnek bana kalırsa. Ramazan’ın kültürel ve toplumsal hayattaki etkilerinin gittikçe silikleştirilmesi ve dini ve ladini hayata sahip olan insanların toplumsal hayattaki iddialarını Ramazan’ın dini kimliği üzerinde çarpışarak öne sürmesi, açıkçası beni çok üzüyor.
Zira Ramazan ayı, tutulan oruçlar, verilen fitre ve zekatlar, kılınan teravihler ve yapılan mukabeleler kadar kendisine has eğlenceleriyle, Ramazan’a has mahya benzeri süslemelerle, edebiyat ve sanatın diğer alanlarında ortaya konulan eserlerle de tarihimizde ve kültür hayatımızda önemli bir yer tutuyor. İftar sofralarında sevdiğimiz insanlarla bir araya geliyor olmamız, kötü alışkanlıklardan, kavga ve gürültüden, insanı ve toplumu gündelik hayatta huzursuz eden çeşitli davranışlarımızdan uzaklaşıyor olmamız Ramazan’ı önemli ve sevinçle karşılamaya değer hasletler değil mi? Ramazan ayının kültür ve sanat yönünden de bir önemi yok mu?
Ben Ramazan ayına yüklenen bu anlamların gittikçe yitirildiğini, Ramazan ayının ibadet edenler ve etmeyenler ayrılığında sıkışarak ibadet edenler için ibadetle sınırlı, etmeyenler için ise diğer günler ve aylardan farksız bir renge büründüğünü düşünüyorum. Bu duruma samimi bir şekilde üzülüyorum. Zira şehirli, seküler ve modern hayatı bizden çok daha önce benimsemiş Batılıların kendi dini bayramlarını yeniden yorumlama tarzları bana kültürlerini yaşatıyor olmalarının önemli bir örneği gibi geliyor. St. Patricks Day, Paskalya, Cadılar Bayramı ve Noel gibi kökenleri dini olan bayramlarını dindar veya değil bütün vatandaşlarının kendi meşreplerince kutluyor olmaları bana bunun mümkün olduğunu anlatıyor.
Dolayısıyla, neden Ramazan ayının heyecanını dindar veya değil bütün vatandaşlarımızın aynı düzeyde yaşamasını sağlayacak yeni öneriler geliştirmeyelim ki? Neden tarihimizde olduğu gibi kültür ve sanat faaliyetlerinin en güzide örneklerini Ramazan aylarında sergilemeyelim? Bizim tuttuğumuz oruçlarla, bir araya geldiğimiz iftar sofralarıyla, ettiğimiz ibadetlerle hissetmeye çalıştığımız huşuyu, Ramazan’ın İslami manasını bizler kadar önemsemeyen vatandaşlarımızın da bu kültür havzasını kuvvetlendirmeleri için bir birlik çabasında bulunmayalım? Yaşadığım şehir olan Ankara’nın Bilkent, Çayyolu, Kavaklıdere gibi birçok semtinde Ramazan’ın geldiğini fark etmiyor olmak, Ramazan ayının birkaç yüz yıl önce dedelerimizde nenelerimizde doğurduğu hisleri vatandaşlarımızın hayli önemli bir kısmının hissetmiyor olmasıyla dertlenmek gerekmez mi? Bence gerekir.
Dolayısıyla Ramazan ayını dünyevi açıdan da dolu dolu geçirmeyi dert edinmemiz gerektiğine inanıyorum. Ramazan ayında cadde, sokak ve meydanların ışıklandırılması, geleneksel ve modern sanata dair en prestijli etkinliklerin, sergilerin Ramazan ayında yapılması, Türkoloji, İslami İlimler ve Edebiyat gibi alanlarda en seçkin akademik kongrelerin Ramazan ayında gerçekleştirilmesi, özellikle çocuklara yönelik etkinliklerle ailelerin Ramazan’ı coşku ve heyecanla karşılamasının sağlanması, çok mu zor? En azından yerli markaların Ramazan ayına has büyük indirimler yapması teşvik edilerek gençlerin “Black Friday” beklediği gibi Ramazan ayına gün sayması gündem haline getirilemez mi? Ramazan ayının gelişiyle kurulabilecek olan panayır alanlarında geleneksel sporların, geleneksel tatlıların ve içeceklerin, Ramazan geleneklerinin tecrübe edilmesi ve yaşatılmasını sağlamak, mümkün değil midir? Kültür Bakanlığı’nın birkaç senedir düzenlediği Kültür Yolu Festivalleri, Ramazan ayına isabet ettirilemez mi? Ben bütün bunların gayet mümkün olduğunu, Ramazan’ın geldiğini televizyon karşısında zap yaparken Nihat Hatipoğlu’nu gördüğünde anlayan vatandaşlarımız için de Ramazan’ı hem dini hem kültürel anlamda doyasıya idrak etmek isteyen ancak buna imkan bulamayan vatandaşlarımız için de bu düzenlemelerin bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ancak o zaman “Ramazan Geldi Ramazan” diyerek sevinç ve coşkuda tekrar birleşen bir millet haline gelir, atalarımızın gösterdiği hürmete benzer bir hürmet ile Ramazan’ı karşılamaya başlarız. Bence buna ihtiyacımız var.