Bu gönderiyi okumak için gereken tahmini süre 2 dakikadır.
14 Mayıs 1948 tarihi anlam veremediği bu başlığa tıklayarak şu an neden okuduğunu bilmeden okumaya devam ettiği bu yazıyı açanlar dahil, hayatını Türkiye’de sürdüren insanların ezici bir çoğunluğu için en ufak bir anlama işaret etmiyor. Zira Filistin – İsrail meselesinin dünya tarihi için ne kadar yeni, fakat bir insan ömrüne nispeten ne kadar uzun bir mesele olduğunu asla tartışmıyoruz. Bu meselenin muhataplarının insan olduğunu yeterince kavrayıp kavramadığımız da tartışmalı fakat bu yazıda konuyu buraya getirmeyi tercih etmeyeceğim. Çünkü, bir meseleyi hakkıyla tartışmak, tartışma zeminini dağıtmamaktan geçiyor diyor bu işleri hakkıyla bilen herkes. Uluslararası sistemde ya da içinde yaşadığımız memlekette dağılmamış bir zemin varmış gibi söylüyorlar hem de bunu. Neyse, çok dağıttım meseleye dönelim.
14 Mayıs 1948 demiştik. Devam edelim. Mesela bu tarih sizin doğum gününüz olsun, mesela siz bir insanın ömrüne ne sığıyorsa -atılan bombalardan kevgire dönmüş bir coğrafyada yeterince şanslı iseniz- 75 yıl içerisinde sığdırmışsınız. Okula başlamışsınız örneğin, okuma – yazma öğrenmişsiniz. Aşıkolmuşsunuz mesela, evlenmeye yeltenmişsiniz. Çocuğunuz oldu diyelim, bir de üstüne kucağınıza bir torun vermiş. Hepsini ikircikli, hepsini diken üstünde yaşamışsınız, haliyle hepsini bir o kadar yarım yamalak. Başka coğrafyalarda insanların pek de normal karşılamadığı şeyler de gelmiş olabilirdi başınıza. Okulunuz, daha ilk gününden bombalanabilir, aşık olduğunuz insan bir sokak kenarında öldürülebilir, ya evladınız ya da torununuz kucağınızda can verebilirdi örneğin. Fakat bütün bir dünya toplanıp gözlerini size dikmiş, insan üstü bir sabrı sizden bekliyor olabilirdi. Hatta bu bir bekleyiş değil kollayış dahi olabilirdi, çünkü vereceğiniz en ufak bir karşılığı başınızdan aşağı yağan bombaların yegane sebebi olarak sunabilecekleri bir fırsata dönüştürmek için sonu gelmez bir hakemliğe soyunabilirlerdi.Hayatta kalmanın insanda yaratacağı suçluluk hissini dahi tahmin edemeyeceğimiz böylesi bir vasatta neyse ki bu sizin için belirli bir süreden sonra anlam ifade etmeyecektir.
Vicdan muhasebesini öyle pek de uzatmaya gerek olduğunu düşünmüyorum. Hatta böyle yarım kalması daha iyi, sözün tamamı cahile söylenir derler ama cahilin karşısında söze başlamak dahi sözün şehvetinden değilse salim kafayla insana zul gelir. Hayata karşı tek saçma adetimiz bu değil tabii ki. Mesela çoğumuza öğretildiği üzere şükür kaynağımız –ne kadar ahlaksız bir tavır olduğunu gözetmeksizin– daha kötü durumda olanlardan damıttığımız acılardır. Ya da susmamak için bize sunulan tek gerekçe susarsak sıranın bir gün bize de geleceği vehmidir. Konudan yine uzaklaşmaya başladığımıza göre, insan bazen ahlakı el yordamıyla bulmak mecburiyetinde kalır deyip konumuza geri dönelim.
Küresel bir delilikle iç içeyiz. Karşı karşıya olma ifadesini kullanmayışım oldukça bilinçli. Zira buna karşı koyacak ne bir aracımız var ne de manevi bir gücümüzden bahsetmek mümkün. Gözümüzün önünde yaşananları yaşandığının tam tersi biçimlerde algılamamız arzusuyla etrafımızı sarmış bir cendereden geçiyoruz. Ritme ayak uydurmak, kendimizi suyun akışına bırakmak, efendilerimizin değirmenine su taşımak işten bile değil. Az önce bir susmama kültüründen bahsettim. Bugün eleştirilecek bütün yanlarıyla, bütün eksikleriyle dahi mevcut halimizden daha haysiyetli olan o garip halden. Bugün eleştirdiğimiz o halden dahi uzağız zira sıramızı beklerken bizden önce giyotine gidenlerin hayali suçlarını konuşmayı adet edindik.